30 Aralık 2010 Perşembe

Uyku Apnesi Nedir ? (Gece uyurken tıkanmak)




Uyku apnesi (sadece apne olarak da bilinir), uyku sırasındaki solunum duraklamalarından kaynaklanan ve uyku düzeninin bozulmasına sebep olan önemli bir hastalık. Uyku apnesi uykuda hava akımının en az 10 saniye süreyle normal değerinin %20’sine ve daha altına düşmesi ile tanımlanabilir. Uykudaki solunum duraklamaları sonucunda kandaki oksijen miktarı azalır ve karbondioksit miktarı artar.

Uyku apnesi merkezi sinir sistemindeki bir problem nedeniyle (merkezi uyku apnesi) veya solunum yollarındaki bir tıkanıklık nedeniyle (tıkayıcı uyku apnesi) oluşabilir. Bazen de bu her iki durum birlikte olmaktadır (bileşik uyku apnesi). Bu hastalığın değerlendirilmesinde sadece solunumun durması (apne) değil aynı zamanda solunumun azalması (hipopne) da hesaba katılmaktadır.

Yüksek tansiyon, gürültülü horlama, yorgunluk, aşırı sinirlilik, depresyon, unutkanlık, konsantrasyon bozukluğu, sabah başağrısı, kontrol edilemeyen şişmanlama, uykuda terleme, sık idrara çıkma, mide yanması gibi sorunlar uyku apnesinin sonuçları olarak ortaya çıkabilir. Hastalarda, hastalığın seviyesine göre bu sorunların biri, birden fazlası ya da hepsi birden görülebilir.

Bu hastalık ne kadar ciddidir?

Çağımızın önemli rahatsızlıklarından biri olarak kabul edilen uyku apnesi, önlem alınmadığı takdirde ölümle sonuçlanabilmektedir. Hastalığın bu denli ciddi sonuçları olduğu toplum içinde çok fazla bilinmemektedir. Bu hastalığa yakalanan kişilerin büyük bir çoğunluğu hastalığı farketmedikleri ya da önemsemedikleri için genellikle hekime gitmemektedirler.

Solunum durmaları (apne) veya azalmaları (hipopne) gece içinde yüzlerce defa takrarlayabilmekte ve bunların ancak çok az bir kısmı hastanın yakınları tarafından farkedilmektedir. Bu nedenlerle ve doğuracağı sonuçlar bakımından uyku apnesi uzmanlarca sinsi ilerleyen bir hastalık olarak nitelendirilmektedir.

Uyku apnesi acil tedavi gerektiren hayati bir hastalıktır. Zamanında tedavi edilemezse kalp krizi, felç, iktidarsızlık (impotans), düzensiz kalp atışları gibi sorunlara yol açar. Ayrıca kazalara, iş verimsizliğine ve sosyal problemlere neden olabilen gün içi aşırı uyku haline sebep olur. Gündüz uykululuğun trafik kazalarına da yol açtığı yapılan çalışmalarla gösterilmiştir. Muhtemel riskler ve sonuçlar için alttaki uyku apnesinin sonuçları bölümüne bakılabilir.

Uyku apnesi kimlerde görülebilir?

Tıbben ciddî kabul edilen uyku apnesinin toplum içindeki yaygınlığı yüksektir. Uyku apnesi her ne kadar erişkinlerde, erkeklerde, horlayanlarda, menopoza girmiş bayanlarda, yaşlılarda, ve kilolularda daha sık görülmekte ise de bu hastalık çocuklarda, genç bayanlarda ve zayıf insanlarda da tesbit edilmektedir. Kısaca uyku apnesi her yaşta görülebilen bir hastalıktır.

Kadınların en az %2'sinde ve erkeklerin %4'ünde görülmektedir. Bu rakamlar hastalığın en az astım ve şeker hastalığı kadar yaygın olduğunu göstermektedir.

Çoçuklarda uyku apnesi büyük bademciğe ve geniz etine bağlı olarak gözlenebilir. Ayrıca; alkol ve sigara bağımlılarında, yanlış uyku pozisyonu, aşırı kilolularda, alt çenesi gelişim geriliği gösterenlerde, boyun yüksekliği kısa olanlarda, alerji, anti histaminik, kas gevşetici veya sakinleştirici gibi ilaç kullananlarda da uyku apnesi görülme riski yüksektir.

Uyku apnesinin belirtileri

Uyku apnesi hayati sağlık sorunlara neden olabilen ciddi bir hastalık olsa da uyku apnesinin belirtilerini hastanın kendisinin farkedebilmesi oldukça zordur. Hasta genellikle uykudaki normal olmayan durumlardan, eşi veya yakınlarının farketmesiyle haberdar olur.

Düzensiz solunum

Uyku apnesinin en önemli belirtisi gece uykusu süresince ani solunum duraklamaları, çok gürültülü horlamalar ve iç çekmelerdir. Bu solunum düzensizlikleri, çoğu kişide görülen yumuşak ve hafif horlamalardan farklıdır. Horlayan insanların çoğunda bu tip horlamalar daha çok sırtüstü uyuma sırasında gerçekleşir. Uyku apnesinin sonucu olarak ortaya çıkan horlamalar ise her türlü pozisyonda gerçekleşebilir. Uyku apnesi olan hasta, el kol hareketleri ile rahatsız bir şekilde uyumaya çalışır.

Uykuda nefesin durması

Düzensiz solunum bir çok insanda duruma bağlı olarak uykuya dalma, uyanma veya rüya görme sırasında görülebilir. Diğer bir taraftan uyku apneli hastalarda sık sık tekrarlanan uzun süreli solunum durmaları olmaktadır. Bu solunum duraklamaları uyku apnesinin en önemli belirtilerinden biridir. Apneli hastalarda 10 saniyeden başlayan solunum duraklamaları bir dakikadan fazla sürelere kadar devam edebilir. Uykuları boyunca saatte 10’dan fazla tekrarlayan, 10 saniyeden bir dakikaya varan nefes durmaları ile boğulurcasına mücadele eden kişilerde uyku ve oksijen yetersizliği oluşmaktadır. Bunların sonucu olarak hastalarda büyük sorunlara rastlanmaktadır.

Gündüz aşırı uyku hali

Gece uyku kalitesinin bozulması nedeniyle gün boyunca kendini yorgun hisseden hastaların kitap okurken ya da televizyon seyrederken uyuklamaları olabilir. Bu özellikle araç kullanan hastalar için önemlidir. Uyku apne sendromu olan hastaların trafik kazası yapma riski normalden 8 kat fazladır. Bu da hastalarda inanılmaz derece yorgunluğa dolayısıyla konsantre olamamaya neden olur.

Teşhis ve Tedavisi

Uyku apnesi belirtilerini gösteren ve benzer şikayetlere neden olan değişik uyku bozukluğu hastalıkları da vardır. Bu nedenle uyku apnesinin kesin teşhisi ve şiddetinin ölçülebilmesi laboratuvarda yapılan uyku çalışması adı verilen gelişmiş bir teknikle mümkündür. Uyku laboratuvarlarında "poligrafik tetkik" adı verilen incelemelerin yapılması gerekmektedir. Uyku sırasında bir çok parametrenin kaydedildiği "poligrafik tetkik", beyin bölgelerinin aktiviteleri, uykunun yapısı ve uyku bozuklukları hakkında sağlıklı ve bilimsel bilgiler veren modern bir laboratuvar yöntemidir.

Bu yöntemle, solunum hareketleri, uyku sırasında hastanın oksijen miktarı, kalp ritmi ve EKG kayıtları yapılarak bunların beden fonksiyonları üzerindeki etkileri incelenir.

Uyku testlerinden sonra elde edilen bilgiler değerlendirilerek uyku apnesinin gerçekten tedaviye ihtiyaç gösterip göstermediğine karar verilir. Uyku apnesi tespit edilen hastalarda vakit geçirmeksizin tedaviye başlanması gerekir.

Uyku apnesinin teşhisi koyulan bazı hastaların Kulak-Burun-Boğaz uzmanının kontrolundan geçmesi uzmanlarca tavsiye edilir. Apnenin sebebi anatomik bozukluklardan kaynaklanıyorsa cerrahi yöntemler, protez veya nadiren de olsa ilaç tedavisi uygulanabilir.

Çoğu uyku apnesi vakalarının tedavisinde, hastanın uyku sırasındaki solunumuna yardımcı olan cihazlar kullanılır. Bu cihazlardan bazıları şunlardır:

* Özellikle tıkayıcı apnenin en etkili tedavisi CPAP (Continious Positive Airway Pressure) cihazının uygulanmasıyla olur. Bu cihazın kullanılmasındaki amaç hastaya sürekli ve sabit olarak hava basıncı uygulayarak uyku sırasında kapanan üst hava yollarını açık tutmaktır. CPAP cihazı hastanın burnuna yerleştirilen ya da burun ve ağızı tamamen içine alan, yumuşak silikon bir maske ve bunu cihaza birleştiren hortumdan ibarettir. Hafif ve orta şiddetli vakaların tedavisinde kullanılan bu cihazın olumlu etkisi birkaç gün içinde görülür.
* Tıkayıcı uyku apnesinin daha ağır olan vakalarında hem nefes alma hem de nefes verme durumlarına göre özel olarak hava basıncını ayarlayan BIPAP® (Bi-level Positive Airway Pressure) veya VPAP™ (Variable Positive Airway Pressure) cihazları kullanılır. Bu cihazlar bileşik uyku apnesinin hafif vakalarının tedavisinde de başarılı sonuçlar vermektedirler.
* Bileşik ve merkezi tipteki uyku apnesi tedavisinde, özellikle durumu ağır olan hastalarda, uyku sırasında nefes alış verişi çeşitli değişik tekniklerle düzenleyen APAP (Automatic Positive Airway Pressure), xPAP ST (Spontaneous Time) veya ASV (Adaptive servo-ventilation) cihazları kullanılmaktadır.

Uyku apnesinin çeşitleri

Uyku apnesinin üç temel türü vardır. Tıkayıcı tarzda olan, merkezi yani beyindeki solunum merkezine bağlı olan ve bu ikisinin karışımı. Araştırmalara göre yaklaşık hastaların %84’ünde tıkayıcı uyku apnesi, %1’inde merkezi uyku apnesi ve %15’inde bileşik uyku apnesi görünmektedir.

Tıkayıcı uyku apnesi (Obstructive apnea)

Tıkayıcı tipte uyku apnesi boğazdaki kasların havanın geçeceği alanı kapatacak şekilde gevşemesi sonucunda oluşur. Bu kaslar yumuşak damağa, küçük dile, yutağa ve dile aittir. Bu kaslar gevşediğinde nefes alma sırasında hava yolu daralır ve bir süre için solunum durur. Bunun sonucunda kandaki oksijen miktarı azalır, beyin bu azalmayı algılar ve uyku derinliğini azaltarak ya da kişiyi uyandırarak hava yolunun tekrar açılmasını sağlamaya çalışır. Uyku derinliğinin azalmasını takiben bazı kişilerde bir iki kısa nefes alma ile, bazı kişilerde ise şiddetli horlama ve yutkunma sesleri ile solunum tekrar başlatılır. Bu derecede uyku apnesi olduğunda derin uykuya geçmek hiç mümkün olmaz, kişi bütün uykusunu solunum çabası içinde geçirir ve gündüz uyuma ihtiyacı duyar. Uyku apnesi olan kişiler genellikle uykularının bölündüğünün farkında değildir ve iyi uyuduklarını zannederler.

Merkezi uyku apnesi (Central apnea)

Merkezi tipte uyku apnesi çok daha nadir görülür ve beyinin solunumu kontrol eden kaslara doğru sinyaller göndermemesi sonucunda ortaya çıkar. Kanda karbondiositin artması ve oksijenin azalması sonucunda kişi uyanır. Merkezi tipte uyku apnesi olan hastalar uyanma dönemlerini tıkayıcı uyku apnesi olan kişilere göre daha fazla hatırlarlar.

Bileşik uyku apnesi (Complex-mixed apnea)

Bileşik uyku apnesi olan hastalarda apne önce tıkayıcı uyku apnesi belirtileri göstermektedir. Hasta saatte yaklaşık 20 ile 30 arası tıkanma yaşar. Tıkayıcı tipteki apnenin tedavisinden sonra hastalık merkezi uyku apnesi belirtilerini daha belirgin olarak gösterir. Bir başka deyişle, tıkayıcı tipteki uyku apnesinde uygulanan solunum yoluna basınçlı hava veren tedavi yöntemi CPAP (Continuous Positive Airway Pressure) bileşik uyku apnesini tam olarak tedavi edememektedir. CPAP cihazı ile tedavilerine başlanılan hastalarda tıkanmalar kesilse de uykularında düzgün nefes alamama problemleri devam etmekte bu sefer merkezi uyku apnesinin belirtilerini göstermektedirler.

Bu apne çeşidi uzun yıllardır gözlenmekte ise de son yıllarda uzmanlar tarafında ayrı bir tür olarak kategorize edilmiştir.

Uyku apnesinin sonuçları

* Yüksek tansiyon: Uyku apnesi yüksek tansiyon için tek başına bağımsız bir risk faktörüdür.
* Gürültülü horlama: Üst solunum yolunun genellikle dil arkasındaki alanda daralması sonucu, daralma ile orantılı olarak horlama artar. Her horlayan kişide uyku apnesi yoktur fakat horlama düzensiz, zaman zaman da solunum güçlüğü ile birlikte olmaktaysa kişide apne olma ihtimali vardır ve uzman görüşü mutlaka alınmalıdır.
* Kalp büyümesi ve kalp atımında düzensizlikler: Özellikle ileri yaşlarda kalp ritmindeki düzensizlikler ani kalp durmalarına da yol açarak, uykuda ani ölümlere sebep olmaktadır.
* Sık idrara çıkma
* Uykuda aşırı terleme
* Uykusuzluk ve huzursuz uyku
* Sabahları yorgun kalkma, gün içinde yorgunluk hali ve uyuklama: Hastalarda yorgunluk bütün gün devam etmekte, hastaların çoğu zaman fırsat buldukça uyumakta ya da uyuklamaktadır. İleri seviyede uyku apnesi olan hastaların trafikte kırmızı ışıkta kısa süreli uyukladıkları rapor edilmiştir.
* Aşırı ve hızlı kilo alma: Uyku apnesine bağlı olarak geceboyu tam dinlenemeyen kişilerin gün içinde metabolizmaları oldukça yavaşlar. Bu da hastaların daha az enerji harcamalarına ve kilo almalarına sebep olur. Uyku apnesi olan hastalar kilo vermekte çok zorlanırlar.
* Konsantrasyon güçlüğü: Gündüz uykulu olma durumunun ve konsantrasyon eksikliğinin trafik ve iş kazalarına da yol açtığı yapılan çalışmalarla gösterilmiştir.
* Depresyon ve davranış bozuklukları
* Cinsel isteksizlik, yetersizlik
* Sabah baş ağrısı ve ağız kuruluğu
* Mide yanması
* Çocuklarda hiperaktivite
* İnsülin direnci: Uyku apnesi olan hastalar diyabet geliştirmeye daha yatkındırlar.
* Felç ve kalp krizi oranları bu hastalarda daha yüksektir. Uzun dönemde bu hastalık, kalp krizi, beyin ve damar tıkanıkları sonucu felçler gibi ciddi problemlere yol açmakdadır.
* Pulmoner yüksek tansiyon: Bu hastalarda akciğer damarlarında da yüksek basınç olabilir.

Kaliteli uykunun önemi

Canlıların vazgeçilmez ihtiyacı olan uyku, beyin hücrelerinin vücut sisteminin düzenli çalışmasını sağlayabilmesi için gerekli olan yaşamsal bir faz olarak tanımlanabilir. İyi bir uyku alındığının başlıca ölçüsü sabah dinç uyanmak ve kişinin kendisini gün içinde zinde hissetmesidir.

Uyku apnesi solunum düzensizliklerine, bu düzensizlikler de kişinin gece boyunca bazen kısmi bazen de tamamen uyanmasına sebep olur. Bu yarı ya da tam uyanıklık durumları hastanın derin ve kesintisiz uyku uyumasını engellemekte bu da uykunun kalitesini bozmaktadır. Gece boyu yaşanan uyanıklık durumları bazen hasta tarafından farkedilebilir. Bu durumda hasta gece sık sık uyanma, idarara çıkma veya uykusuzluk şikayeti ile hekime başvurmaktadır. Bazen de gece içinde solunum düzensizliklerinin ortaya çıkardığı uyanıklıklar çok kısa sürmekte, 5-10 saniye süren bu uyanıklıklar hasta tarafından farkedilmemekte, bu kez de hasta yorgunluk ve gündüz uykululuk şikayeti ile hekime başvurmaktadır.

Hasta özellikle tıkayıcı uyku apnesi durumunda her solunum durmasının ardından 5-10 saniye süreyle uyanmakta, daha doğrusu ancak uyanarak solunum durmasını sonlandırabilmektedir. Bu kısa süreli uyanıklıklar hasta tarafından hissedilmemekte, uyku süreklilik kazanmadığından uykunun asıl dinlendirici olan derin uyku dönemlerine ulaşılması mümkün olmamaktadır. Böylece hasta farkında olmadan kalitesiz, yüzeyel ve kısa süreli uyanıklıklarla bölünmüş bir uyku uyumaktadır.

Hastanın gece boyunca birkaç kez, bazen daha sık idrar yapma ihtiyacı duyması, gece boyunca aşırı terlemesi ve sabah kalktığında kendini yorgun ve uykulu hissetmesi gece boyu aldığı kalitesiz uykunun göstergesidir. Yorgunluk bütün gün devam etmekte, hastaların çoğu gündüz fırsat buldukça uyumakta ya da uyuklamaktadır. Tüm bunlar hastaların gün boyu verimliliklerinin düşmesine, isteksiz, gergin ve sıkıntılı olmalarına yol açar.

23 Aralık 2010 Perşembe

Kış ve Depresyon




Depresyon nedir ?

Depresyon yani ruhsal çökkünlük genelde halk arasında üzüntü ve kederle aynı anlamı ifade eder hale gelmiştir. Fakat psikiyatrik açıdan anlamı ise çok daha farklıdır. Biz psikiyatristler bu durumu , bir takım belirtilerden oluşan bir bozukluk olarak tanımlarız.

Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, iş gücü kaybına yol açan bozukluklar ve hastalıklar içinde değerlendirildiğinde her ülkede genelde ilk dördün içinde yer almaktadır. Özellikle iş gücü kaybı ve bunun getirdiği sıkıntılar hatta intiharları da dikkate alırsanız çok ciddi bir halk sağlığı sorunu olarak ele alınmalı ve tedavi yoluna gidilmelidir.
DEPRESYON KADINLARDA DAHA SIKLIKLA MI GÖRÜLÜR?

Buna, maalesef kesinlikle evet demek gerekiyor. Yapılan tüm tıbbı araştırmalar bunu böyle göstermektedir. Yaşam boyu sıklığı kadınlarda %10-25 arasında, erkeklerde ise %5-12 arasındadır. Yani 2 hasta kadına, 1 hasta erkek oranı olarak belirtebiliriz.
DEPRESYON NE TÜR BELİRTİLER GÖSTERİR? NE TÜR ZARARLAR VEREBİLİR?

Öncelikle durumun kişisel boyutuna bakmadan iş gücü kaybı açısından ülkeye zararına bakmakta fayda var.

Son yapılan araştırmalardan birini, depresyonun bir ülke gelirine ne tür zarar verdiği açısından paylaşmak isterim. ABD’de yapılan bir araştırmada, bu bozukluğun ulusal üretim maliyetine zararının yaklaşık 50 milyar dolar olduğunu göstermiştir. Bu ciddi bir rakamdır.

Amerika’da, 1987-1997 arası özellikle yeni kuşak antidepresan ilaçların bulunması nın ardından, sadece depresyon vakalarında ayaktan tedavi olanların sayısında yüzde 30 artış görülmüştür. Bu durum ülkemiz için de benzer periyotlarda artmaktadır.

Depresyon bir belirtiler topluluğudur. Yani birçok belirti ile kendini gösterir.Belirtilerine gelince; depresyon yaşayan kişiler, en az 2 hafta boyunca devam eden moral bozukluğu, sıkıntılı ve kederli çökkün duygudurumdan yakınırlar. Karamsarlık ,olumsuz düşünceler mevcuttur.Bu duygular hep aynı yoğunlukta yaşanmaz, dalgalanmalar gösterebilirler. Ciddi durumlarda özellikle sabahları kötüleşme akşama doğru daha iyi hissetme yaşanabilir. Bu belirtilerin yanı sıra istek kaybı, eski yaptığı işlerden zevk almama, enerji kaybı içindedir. Kendine güveni azalmıştır, dikkat ve konsantrasyonda güçlük çekerler, unutkandır, karar almakta zorluk çekerler, uyku ve iştahları değişkenlik gösterir, cinsel açıdan da isteksizdir .Etrafındaki insanlara kolay sinirlenir ve tahammülsüzlük gösterirler. Şayet bu kişiler çalışıyor ise işe gitmekte, verimliliklerinde ve işe konsantre olmakta zorluk yaşarlar.

Bu durumun depresyon olarak adlandırılabilmesi için bu duydu durum değişikliklerinin ve belirtilerinin en az 15 gün süre ile yaşanması gerekir.

Bu sebeple, depresyona giren kişilerin aile, sosyal ve iş yaşamı bozuluyor , verimsiz ve sorunlu hale gelebiliyor. Kısaca hayatının her alanı keyif almaz bir boyuta ulaşıyor. Tabii en kötü durum da, bu tür kişilerde zamanla ölüm düşüncesinin ve intihar girişimlerinin ortaya çıkabilme ihtimalidir. Ölüm fikirlerinin bazıları düşünce düzeyinde kalırken ,çoğunluğu da ciddi intihar girişimlerine dönüşebilir. Depresyonda en önemli ölüm nedeni intihardır .

Genel olarak intihar vakalarının nedenleri incelendiğinde depresif bozukluktan kaynaklanan durumlar büyük bir kısmı teşkil etmektedir. Depresyon nedeniyle yatan hastalarda bunun eyleme dönüşme olasılığı daha sıklıkla görülür. Yapılan araştırmalar bize, hastaneye yatan depresif kişilerin yaklaşık % 10-15 bu yolla hayatına son verdiğini göstermektedir.

Bu sebeple, depresyon ciddi bir bozukluktur ve ancak uzman bir psikiyatrist desteği ile tedavisi de mümkündür diyebiliriz.
NEDEN DEPRESYON ORTAYA ÇIKAR?

Bunun birçok nedeni var. Yapılan araştırmalar bunu kısaca 3 ana başlık altında incelenebilir

1. Genetik etkenler
2. Biyolojik etkenler
3. Psikososyal etkenler

1-Genetik etkenler: Özellikle ailesinde duygusal bir rahatsızlık olan kişilerin, bu ailesinde böyle bir rahatsızlık yaşamayan kişilere oranla depresyona yakalanma olasılığında , 2-3 kat daha fazla görülebiliyor. Yani depresyonda genetik bir geçişten söz etmek mümkün.Bu konuda bazı kromozonlar suçlanmaktadır ama bu konudaki laboratuar araştırmaları sürmekte olup, henüz nedeni net olarak ortaya konulamamıştır.

2-Biyolojik neden olarak da serotonin, noradranalin ve dopamin gibi maddelerin oranında oluşabilen değişimler, bazı depresif durumlara neden olabiliyor diyebiliriz. Hormonları da nedenler arasında gösteren çalışmalar mevcuttur.Stress, tiroid ve büyüme hormonları, özellikle kadınlarda; östrojen, progestron, prolaktin gibi hormon değişimleri nedenler arasında gösterilmiştir Örneğin tiroid bezinin az çalıştığı hipotiroidi hastalığında depresyona çok sıklıkla rastlanabiliyor.

3-Psikososyal boyutunda ise özgüven eksikliği yada takıntılı kişilik özellikleri, erken yaşta geçirilen travmatik olaylar , 11 yaşından önce anne-babasını kaybı ,eş kaybı, maddi sorunlar –işsizlik , göç , düşük eğitim düzeyi, bekar ya da boşanmış olmak yakın ilişki azalığı , bedensel ve kronik hastalıklar depresyona zemin hazırlayabilir
KIŞ DEPRESYONU NEDİR? NASIL OLUŞUR?

Biz psikiyatristler bu durumu, mevsimsel duygu durum bozukluğu olarak da adlandırmaktayız. Bu tür bir teşhisin konuşabilmesi için bu sıkıntının en az 2 yıl üst üste geçirilmesi gerekiyor. Sonbahar ve kış aylarında başlar , ilkbahar ve yaz aylarında düzelme gösterir.

Bu depresyonu tetikleyen başka bir neden yoktur. Sadece mevsim kişinin duygudurumunu etkiler .Yapılan araştırmalar bize günlük ışık süresinin 10 saatin altında olmasının büyük rolü olduğunu göstermektedir. İnsan beynındeki pineal bezden melatonin adlı bir madde salgılanmaktadır , salgılanması karanlığa bağlıdır. Gündüz kan melatonin düzeyimizin düşük olması ,gece yüksek olması yani bir ritm içinde olması gerekir. Melatonin enerji düzeyimizi, reflekslerimizi, uyku döngümüzü, kilomuz ve iştahımızı etkilemektedir. Işık düzeyinin azalması melatonin salgılanma ritminde bozulmaya yol açabilir. Melatonin depresyon etkenlerinden biri olan serotonınle etkileşim içindedir. Bu etkileşimdeki değişimler de neden olarak gösterilmektedir.
KIŞ DEPRESYONUNUN BELİRTİLERİ NELERDİR?

Kişide; moral bozukluğu, motivasyon ve enerji azlığı, aşırı yorgunluk ve uykuya düşkünlük hali oluşur. Kişi saatlerce uyuduğu halde, kendini hala yorgun olarak hisseder. Kişi yemeğe ve özellikle karbonitratlara aşırı istek duyar ve oldukça fazla yiyip kilo alır. Kadınlarda görülme sıklığı fazladır .
KIŞ DEPRESYONUNUN TEDAVİSİ NASIL YAPILIR?

Biraz önce söz ettiğimiz gibi bu tür depresyona giren kişilerde ışık eksikliği tıbbı bir neden olarak tespit edildiğinden dolayı tedavi yöntemleri içinde parlak ışık tedavisinden oldukça iyi sonuçlar alması mümkündür. Bu konuda, yurtdışında başarılı çalışmalar yapılmakta ancak ülkemizde yaygın kullanılan bir yöntem değildir. Bu tip depresyonda bir diğer tedavi seceneği ise antidepresan ilaçlardır.

Bu tür depresyona giren kişiler, uzman bir psikiyatriste başvurmalıdırlar. Tedavi sırasında, kişilerin gün ışığından daha çok faydalanabilecekleri ortamlar tavsiye edilmektedir. Dış ortamlarda yapılan; spor ve uzun yürüyüş programları, özguveni artırmaya yönelik hobi ve sosyal aktiviter de tedaviye destek olacaktır .
DEPRESYONA EĞİLİMLİ KİŞİLERİN YAKINLARINA NE ÖNERİRSİNİZ?

Depresyondaki kişilerin özelliklerini sayarken özellikle karar vermekte güçlük ve isteksizlikten söz ettik. Bu sebeple, bu tür kişiler hasta olduklarını kabul etmeyecek ve hekime gitmekte de isteksizlik yaşayacaktır. Önemli olan bu kişiye yakın olanların; aile, eş ya da yakın arkadaş gibi kişilerin durumu tespit edip ilgili kişiye uzman bir psikiyatriste yönlendirmesidir.

Burada unutulmaması gereken en önemli nokta, erken teşhistir. Bu hastalık kişiyi, intihar düşüncesine ve eylemine rahatlıkla götürebilmektedir. Oysa kişinin arzusu ve yakınlarının da desteği ile tedavisi oldukça kolaydır...

Röportajı yapan Sibel Bucurgat / PRO-S
Psikiyatri Uzmanı Dr. Dilara Karahan

Melatonin gerçekten mucize mi?

Kadınların genç ve güzel kalma tutkusuna doğal yöntemlerle cevap verme çabasını devam ettiriyor. Yeni nesil kozmetik ürünlerde kullanılan mucizelerden biri de aslında çok uzun zamandır aşina olduğumuz melatonin. Bir dönem mutluluğun ve gençliğin formülü olarak lanse edilen ve ekmek peynir gibi herkesin yuttuğu melatonin hapları artık eskisi kadar popüler değil. Ancak vücutta doğal olarak bulunan bu faydaları saymakla bitmez hormon şimdi ‘Mucize kozmetik ürünlerle’ yeniden hatırlandı. Biz de melatonin nedir ve yapılan araştırmalar neler söylüyor bir göz attık...

Melatonin nedir?

Melatonin beynimizde salgılanan bir tür hormon. Beyinden kan yoluyla bütün vücudumuza kolayca yayılabilen bir hormon, ve bu nedenle de bütün vücudumuzu etkileyebiliyor.
Uzunca bir süredir faydaları bilinen melatonin son dönemde tekrar gündemde. Uyku düzenleyici ve anti aging etkisi, migrene karşı koruyuculuğu ve daha neler neler...
Bir taşla iki kuş: Melatonin ve uyku! Yaşlanmanın en güçlü antikoru olarak bilinen uyku melatoninin başlıca etki alanlarından. Melatonin sayesinde düzene giren uyku alışkanlığı uzun vadede yaşlanmayı yavaşlatıyor; cilt daha sağlıklı görünüyor ve kişinin daha dinç, genç hissetmesine yardımcı oluyor.
Uyku ilacı yerine boş mideye alınan melatonin kapsülleri 20 dakika içinde uyku durumunu olumlu yönde etkileyebiliyor. Melatonin esasen gece üretilen bir hormon, dolayısıyla ışıklı ortamlarda melatonin üretimi bozuluyor. Gece çalışıp gündüz uyuyanlar için doğal melatonin düzeyini korumak oldukça zor. Vücut gerekli melatonini üretmediği takdirde vücudun ne zaman uyku ihtiyacı olduğunu anlaması son derece zor. İşte bu durumlarda melatonin kapsülleri imdada yetişiyor.
Vücut ısısı da melatonin üretimi üzerinde etkili. Duş alınca artan vücut ısısı melatonin üretimini desteklerken, gastrointestinal sistemin işleyişine bağlı olarak düşük kalorili diyetlerde de melatonin üretimi artıyor. Bu nedenle düşük kalorili beslenen kişiler daha uzun yaşıyor.
Hepimiz yüksek miktarda melatonin ile doğuyoruz ve o nedenle uyku süremiz bebeklik dönemimizde çok uzun. Yaşlandıkça azalan melatonin hormonu nedeniyle uyku süremiz kısalırken, uyku düzenimiz de bozulmaya başlıyor. Melatonin vücudun bağışıklık sistemini güçlendiriyor. Bağışıklık sistemi bozukluğu yaşayan insanlarda bu hormonun üretimi ideal düzeylerde olmayabiliyor.
Kişiden kişiye göre değişiyor melatonin toleransı. Kimileri kapsül olarak alınan melatoninin sadece 1 mg’ına uyum sağlayabilirken, kimileri de bu miktarın 10 katına da uyum sağlayabiliyor. Melatonine toleransımız kişiden kişiye göre değişse de uzmanlar için değişmeyen bir nokta var: Melatoninin dışarıdan insan vücuduna girmesi hiçbir risk ve tehlikeye neden olmuyor. Bazı kişilerde birtakım yan etkiler yaratsa da bu etkilerin kısa süre içinde yok olduğunu söylüyor uzmanlar.
Tabiiki bu durum, 15 sene sonra bilim adamlarının “Çok özür dileriz, hata yapmışız suni yollardan alınan melatonin zararlıymış” deme hakkını elinden almıyor. O yüzden bilinçli tüketici olmakta her zaman yarar var. Melatoninin uzun vadedeki etkileri üzerinde bilimsel bilgi henüz kısıtlı ve güvenilir değil.

Melatonin ve migren:

Yapılan araştırmalar melatoninin migren üzerinde de olumlu etkisini destekliyor. Düzenli olarak melatonin alan kişilerin daha az migren ataklarına maruz kaldıklarını öne sürüyor bu araştırmalar. Yatmadan önce alınan 3 mg’lık melatoninin migren ağrılarını azalttığını gösteriyor bilimsel araştırmalar.

Kalbi rahatlatıyor:

Geceleri uykuda kalp daha yavaş atıyor ve kan basıncımız daha düşük. Uyku düzeni bozulduğunda, bu fonksiyonlar da bozuluyor. Melatonin üretiminin zengin olduğu kişilerde beyin kalp atışlarını ve kan basıncını çok daha iyi kontrol edebiliyor.

Melatonin tıkalı damarları açıyor:

Melatonin, diğer bütün antioksidanlar gibi, kolesterol seviyesini düşürüyor. Araştırmalar melatonin seviyesi düşük kişilerde tıkalı damar oranının daha yüksek olduğunu gösteriyor. Gece boyunca vücutta melatonin seviyesi yüksekken kanda kan pıhtısı oluşumu çok daha az görülüyor.

Kanserle savaşıyor:

Göğüs ve prostat kanserleri hormonlara bağlı. Araştırmalar bu iki tip kanserin de vücuttaki düşük melatonin seviyesine bağlı olabileceğine işaret ediyor. Melatonin hasta kişinin daha rahat ve iyi bir uyku uyumasına yardım ederek vücudun kanserle savaşmasını ve şifa bulmasını kolaylaştırıyor.

Moral düzeltici:

Melatonin düzeyi düşük pek çok kişide depresyon görülebiliyor. Depresyonu tedavi edici ilaçların çoğu zaten aynı zamanda melatonin üretimini harekete geçirtici ilaçlar.

Aytül Farquharson

Uyku, melatonin ve pineal bez

Melatonin hormonu beyinde bulunan pineal bez ismindeki bir bezden salgılanır. Pineal bez 100-150 mg ağırlığındadır. Pineal bez salgıladığı melatonin ile vücudun gece gündüz farklılıklarına uyum göstermesini sağlar.
Melatonin hormonu pineal bezde triptofan aminoasidinin serotonine, onun da melatonine dönüşmesiyle oluşur. Melatonin hipotalamusta bulunan suprakiazmatik nukleusun kontrolü altında çalışır.
Gözdeki retina bölümü ışık durumunu beyine iletir ve buradaki suprakiazmatik nükleus ışık durumuna göre pineal bezden melatonin hormonu salgılatır.
Melatonin karanlıkta salgılanan bir hormondur. Yani melatonin gece salgılanır, gündüz ise salgılanmaz. Gece uzunluğu artınca melatonin salgısı da artar. Işık olunca melatonin salgısı azalır.
Melatonin akşam saat 21’den sonra salgılanmaya başlar ve gece saat 02.00-04.00 arası en fazla salgılanır ve sabah saat 07.00’ de salgılanması azalır. Melatonin bu nedenle gece uyku getirir sabah ise uyanmaya katkıda bulunur.
Melatonin hormonunun etkileri şunlardır.
1.Uykuyu getirir, uyku sağlar,
2.Ergenliği başlatır
3.Üreme üzerinde etkilidir
4.Vücut ısısını azaltır.
5.Antioksidan etkisi vardır.

Melatonin ritmi sabit olduğundan uyku bozuklukları, vardiya değişiklikleri, jet lag araştırmalarında bilgi verir.
Uykusuzlukta melatonin salgısı bozulur. Eğer melatonin gündüz salgılanırsa gündüz uyuklama, gece uyuyamama oluşur. Bu kişiler atenolol adlı ilacı alınca melatonin azalır ve uyku durumu düzelir.
Ergenlik oluşuncaya kadar melatonin kanda artar ve ergenlik oluşmasından hemen önce azalır ve ergenlik başlar. O yüzden melatonin ergenliğin başlamasında önemli rol oynamaktadır. Melatonin düzeyleri 35-40 yaşına kadar sabit kaldıktan sonra yaşlılıkta azalır.
Melatonin çok düşük dozlarda alınırsa doğurganlığı arttırmaktadır.
Günde 6.6 gr melatonin tedavisinin parkinson, depresyon ve şizofrenide faydası olmamıştır. Fazla alınınca gündüz uyku ve karın ağrısı olmuştur.
Melatoninin 0.3-240 mg /gün dozunda ağızdan alınınca uyku getirmiş ve prolaktin hormonunu artırmıştır.
Hayvanlarda yapılan çalışmalarda antioksidan etkinliği gözlenmiştir. İnsanlarda antioksidan etkisiyle ilgili çalışma veya bilgi yoktur.
2-5 mg gibi düşük dozlarda akşama doğru alınınca uyku getirir, prolaktin azalır ve vücut ısısını azaltır.
Jet lag için faydalıdır. Melatonin tablet uçuştan bir gün önce saat 15.00’de 0.5 mg alınır ve uçuştan sonra vardığınız gün saat 18.00’de alınır. Doğudan batıya gidiyorsanız sabah uyandığınızda melatonin alın. Gözleri görmeyen (kör) kişilerde uykusuzluk için melatonin faydalı olmaktadır.
Kanser üzerine yapılan hayvan çalışmalarında kanser hücrelerinde etkili olduğu gösterilmiştir. İmmun sistemi (bağışıklık sistemini) desteklemektedir.
Melatonin hormonunun vücudumuzda etki yerleri şunlardır:
1.Göz dibindeki retina,
2.Hipotalamustaki suprakiazmatik nükleus adı verilen bir çekirdek
3.Hipofiz bezi
4.Hipotalamus

UYKU BOZUKLUĞU YAPAN DİĞER HORMON HASTALIKLARI

1. Hipertiroidi (zehirli guatr)
2. HİPOTİROİDİ
3. ŞEKER DÜŞÜKLÜĞÜ

Yemek sonraları kan şekeri düşüklüğü, yaşamı çok kötü etkileyen, enerjiyi düşüren, halsizlik, yorgunluk ve baş dönmesi yapan, iş verimini düşüren ve sizi kızgın, öfkeli, sabırsız bir hale getiren bir durumdur. Çok sık olmasına rağmen üzerinde pek durulmayan önemli bir hastalıktır. Kilo veremeyen kişilerin çoğunda reaktif hipoglisemi vardır.
Gün içinde acıkma atakları oluyor ve şekerli gıdalara saldırıyorsanız; öğleden sonraları baş ağrısı varsa; uykudan birkaç saat sonra gece yarısı uyanıyor ve zor uyuyabiliyorsanız; kötü rüyalar görüyor ve devamlı bir yorgunluk varsa; öğleden sonra canınız şeker veya kahve içmeyi çok istiyorsa; baş dönmeleri varsa; yemek yiyinceye kadar halsizlik ve yemek gecikince kendinizi bitkin hissediyorsanız; halsizliğiniz yemek yiyince düzeliyorsa; yemek gecikince ellerde titreme ve çarpıntı oluyorsa; çok duygusalsanız, çabuk sinirleniyor ve kontrolünüzü kaybediyorsanız; yemek önceleri çok huzursuzsanız; yemeklerden sonra uyku basıyor ve gün boyu uyukluyorsanız, bu belirtiler kahvaltı öncesi de oluyorsa, kan şekerinizde düşüklük olabilir. Bunun başlıca nedeni de dengesiz beslenme, fazla karbonhidratlı, nişastalı gıdalar ve şeker yeme, stres ve aşırı kafein alımı (kahve, çay, kola) veya ailenizde şeker hastalığı olmasıdır.
Kilolu kişilerde hipoglisemi atakları daha fazla görülürse de, normal kilolu ancak egzersiz yapmayan ve depresyon yaşayan kişilerde de kan şekeri düşüklüğü olabilir. Bu kişilerin bir kısmı psikolog ve psikiyatrlarda depresyon tedavisi görürler. Kan şekerinde düşme, genellikle sabah saat 11.00 ve öğleden sonra saat 16.00 civarında daha sık olur. Bu hastalar bu saatlerde biraz daha yorgun olurlar, hafif baş ağrısı, depresyon ve derin bir açlık hissederler. Bu nedenle de, bu saatlerde çikolata, kek, pasta, kurabiye yer veya kola içerler. Bu gıdaları alan kişinin şikayetlerinde hafif bir düzelme olur. Sabah saat 11.00’de oluşan kan şeker düşüklüğünün nedeni sabah kahvaltıda yenen şekerli ve nişastalı gıdalardır. Öğle yemeğinde yenen tatlı ve nişastalı gıdalar da öğleden sonra, saat 16.00’da kan şekeri düşmesine neden olur. Buna karşılık sabah ve öğleyin proteinli gıda alanların kan şekerinde pek düşme olmaz. Kan şekeri düşünce yenen şekerli gıdalar 30-60 dakika süreyle bir rahatlık sağlar, ama daha sonra kan şekeri tekrar düşer. Sonunda bu kişiler gün içinde kan şekerinde yükselme ve düşmeler yaşar ve bol miktarda şeker, çikolata ve buna benzer şekerli gıdalar tüketirler. Bu kişiler sabah kalktıklarında huzursuzdurlar, kavga etmeye ve tartışmaya eğilimlidirler. Bir şeyler yedikten sonra rahatlarlar
Bazı kilolu kişiler ise diyete başladıktan sonra, baş dönmesi ve açlık atakları ortaya çıktığı için diyeti bırakırlar. Bunun nedeni kan şekerinin düşmesidir. Kan şekerinin düşmesini önlemek için, tam tahıl ürünleri (tam buğday ekmeği, çavdar gibi), sebze ve meyve yemelidir. Bu kişiler diyet yaparken üç ana öğün üç ara öğün yemek yemelidirler.
Hipoglisemi-şeker düşmesi ataklarının olması stres hormonlarını yani adrenalini artırır ve anksiyete, panik atak ve depresyon gibi psikoloji sıkıntılar ortaya çıkar.
Kısaca özetlersek, kan şekeri düşmelerine tıp dilinde hipoglisemi denir ve bu kişilerde şu belirtiler ortaya çıkar:
·Halsizlik, bitkinlik
·Psikolojik durumda değişiklik
·Sinirlilik
·Baş ağrısı
·Ellerde titreme
·Bulantı
·Görmede bulanıklık veya çift görme
·Soğuk terleme
·Çarpıntı, kalp atımlarını hissetme
·El ve ayakta çözülme, iç titremesi ve kas ağrıları
·Baş dönmesi
·Soluk ve terli bir görünüm
·Ani başlayan bir yorgunluk hissi
·Şiddetli yorgunluk
·İç ezilmesi ve yeme isteği
·İsteksizlik
·Anksiyete, depresyon ve kontrolü kaybetme
·Allerjiler (astım, saman nezlesi ve ciltte alerjik bulgu eğilimi)
·Bazı şeylerden korkma (fobi)
·Uykusuzluk
·Şekerli gıdalara saldırma
·Unutkanlık
·Sebepsiz yere ağlama
·Şiddetli kan şekeri düşmelerinde bayılma ve koma

19 Aralık 2010 Pazar

Kalp Krizi ve Panik Atak

Panik atak sırasında kalp krizi geçirebilir miyim?

Panik atak krizi yaşayanların çoğunluğu o anda kalp krizi geçirdiklerini düşünür ve büyük korku yaşarlar.
Hele, hele bir yakını,arkadaşı kalp krizi geçirmiş yada krizden ölmüş ise kişinin korkusu ve evhamı daha da artar.Sürekli kalbinden gelen''seslere kulak verir''..

Panik atak anında;

-Göğüste sıkışma,yanma,batma,ağrı,
-Sol kola vuran ağrı ve uyuşma,
-Çarpıntı ve kalbin göğüs kafesinden fırlayacak gibi olması
-Nefes darlığı ,
-Terleme,ateş basması,
-Mide bulantısı belirti ve şikayetleri olur.


Bu belirtilerin bir kısmı kalp krizinde de yaşanmaktadır.Ve de kişinin kalp bölgesinde bu rahatsızlıklar yaşandığından haklı olarak insanların aklına, kalp krizi gelmektedir.
Bu nedenle çoğu panik atak hastası,krizi geldiğinde hemen bir kardiyologa,dahiliyeciye yada acil servise baş vurur.
İlk defa geçirilen panik atak da daha dramatik anlar yaşanır.Yaşamında hiç ciddi bir sağlık sorunu yaşamamış birisinin aniden şiddetli bir çarpıntı,nefes darlığı ve kalp bölgesinde baskı hissetmesi''eyvah kalp krizi geçiriyorum,ölüyorum''şeklinde algılanır.Hata yanında kim varsa ona vasiyetini söyleyen bile olur...
Acil öyle bir telaş,korku,panikle girilir ki adeta''ortalık ayağa kaldırılır''.Doktorların ve diğer sağlık personelinin''yavaş davranması''öfkelenmeye sebep olur.
‘'Ben burada can çekişiyorum şunların rahatlığına bakın Allah aşkına...''diye söylenilir.
Hemen kalp elektrosu çekilir(EKG)kan ve idrar tahlilleri yapılır.Sonuç''temizdir.''Doktorlar''bir şeyin yok''derler.Hem sevinilir,hem de şaşkınlık yaşanır.Beş dakika önce''yetişin ölüyorum''diyen insanın ‘'bir şeyi yokmuş.''
Bu şaşkınlıkla eve dönülür.Fakat panik atak yaşayan insanın içi rahat değildir.
‘'Ya yine o lanet nöbet gelirse''diye bir korku kaygı yaşanır.
İlk panik atak nerede(alışveriş merkezi,toplu taşıma araçları,asansör,toplantı tatil,cami..)olmuşsa bir daha o yere gitmek orda olmak istenmez.
Eğer panik ataklar tekrarlarsa yine acillerin ve doktorların yolu tutulur.Bu sefer daha detaylı kalp tetkikleri yaptırılır.(eforlu EKG,holter hatta anjio yaptırılır.)Ayrıca bilumum kan ve röntgen tetkikleri yaptırılır. .
Kişilik olarak evhamlı ve kendini dinlemeye yatkın ve hastalanmaktan aşırı korkan insanlar;bazen doktorlara bazen tahlillere güven duymaz ve farklı yerlerde de yaptırırlar.Bazen birkaç değişik doktor ve hastaneden benzer tahlil ve tetkiklerden onlarca yaptırılır.
Acaba bunlar bendeki hastalığı göremedi mi?anlamadılar mı?atladılar mı?diye şüpheler olur.
Eğer gidilen doktor evhamlı titiz bir doktorsa,yada ahlaki olarak zayıf ve hastayı istismar eden bir doktorsa,tahlil ve tetkik sayısı her geçen gün artar.Hastanın kafası iyice karışır,bazen panik unutulur.Tahliller arasındaki farklılıklar,muayene bulgularındaki yorumlar karmaşa yaratır.Bazı insanlar bu durumda hastalık hastası olur.Panik ikinci planda kalır.
Günün birinde''işini iyi bilen bir doktor'' ‘'sizin fiziksel bir şeyiniz yok,ama psikiyatrik bir problem bu,psikiyatriste gidin''demesiyle kişi doru adresi bulur.Fakat yine bazı panik hastalarının aklı bu işe ermez.
‘'Basbayağı kalbim çarpıyor,tıkanıyorum,göğsümde ağrılar,uyuşmalar oluyor.Bu nasıl psikolojik olabilir?Neredeyse ölümle burun buruna geliyorum...''Diye şüphe ve çelişki yaşar.
Allah'tan son yıllarda medyada panik atak çok işlendi.Çok insan panik atak yaşadığını medyadan ve internet sitelerinden öğrenmeye başladı.
Panik atak özellikle büyük şehirlerde ‘'atağa geçti''Panik atak adeta moda ve medyatik bir hastalık oldu.Bu sayede yaşayanlar diğer yakalananlara kendi yaşadıklarını anlatıp,paylaştıkça insanlar yalnız olmadıklarını anladılar.Tedaviden yararlanan hastalar, kendi doktorlarını onlara da önerdiler.
Tedavi olanlar anladılar ki,panik atak sırasında kalp krizi geçirilmiyor.Ama hep çok hafif bir kuşku da oluyor.''Acaba?''
Esasında panik atak krizi değil,panik atak tedavisi görmemek, ileride kalp-damar sistemi hastalıklarına yakalanma riskini artırmaktadır.
Yapılan araştırmalarda tedavi görmeyen panik bozukluk hastalarının%20-25 arasında kalp-damar hastalıklarına yakalandıkları saptanmıştır.
Sürekli kaygı ve korkuyla kalp yorulur.Bir de kaygıya bağlı kolesterol yüksekliğiyle zamanla koroner damarlarda tıkanma riski artar. Panik bozuklu hastaların %30-40 da kolesterol düzeyi normalin üstüne çıkabilmektedir.Aşırı kolesterol de damarları tıkayarak kalp krizi riskini artırmaktadır.Tedavi olmayan panikli hastalar da kroner arter hastalığına bağlı ölümler üç kat daha sık görülmüştür.
Panik bozukluk tedavisi olanlar kalp krizi risklerinden birini ortadan kaldırıyorlar demektir.
Tekrar belirtelim panik atak anında kalp krizine bağlı ölüm olmaz.Kişinin kalbinde bir sorun varsa,ve de panik atağı varsa o takdirde kalp krizi geçirme riski artar.Ama tek başına Panik atak kalp krizine yol açmaz.

PANİK ATAKLA KALP KRİZİ ARASINDAKİ FARKLAR NELERDİR?

PANİK ATAK DA YAŞANANLAR:

-Önce çarpıntı başlar.
-Zaman,zaman göğüste,kalp üstünde ağrılar olur,saplanıp geçer kısa sürelidir.
-Dikkat dağıtılınca,hareket edince,efor sarf edince geçer.
-Dinlenince artar.
-Çarpıntı dinlenince artar.
-EKG de kalp hızında artış olur.(Taşikardi)
-Başka bir bozukluk olmaz.
-Ağrıyan yer parmakla gösterilir,sınırlı bir alanda ve geçicidir.
-Ağrı yayılmaz ve gelip geçicidir.
-Çoğunlukla tansiyon yükselir.
-Bulantı hissi olabilir.
-Kusma olmaz.


KALP KRİZİNDE YAŞANANLAR:

-Çarpıntı göğüsteki ciddi,ağır bir ağrı krizini takip eder.
-Ağrı göğüsün ortasındadır.Ve süreklidir.
-Hareket ve eforla ağrı artar.
-Dinlenince azalır,yada geçer.
-Çarpıntı dinlenince azalır.
-EKG (Elektrokardiyografi)de,kalp ritminde anormallikler saptanır.
-Göğüs ağrısı çok şiddetli ve 15-20 dakikadan uzun sürer.Müdahale edilmediğinde 5-6 saat dahi sürebilir.
-Ağrı gittikçe artar tüm göğse yayılabilir.
-Pozisyon değiştirince ağrının yeri değişmez.
-Ağrı çeneye,boğaza,sırta veya mideye doğru yayılabilir.
-Çoğunlukla tansiyon düşer.
-Bulantı ve kusma olur.

Toparlarsak;panik atak anında kalp krizi geçirildiği hissi ve korkusu aşağıdaki nedenlere bağlıdır:
-Panik anında yükselen adrenalin ve benzeri katekolaminler,İrade dışı çalışan kalp kaslarını uyarır.Kalp hızlanır.Kaslardaki gerilime bağlı sinir uçlarının baskı altında olması gibi nedenlerle göğüste gelip gidici,kısa süreli ağrılar olur.
-Çarpıntı,ağrı gerçekten var ve yaşanır.Fakat bu belirtilerin beyinde değerlendirilip,anlamlandırılmasında hata vardır.Yani bilginin izlenmesi sonucu yanlıştır.
-Bu belirtiler kalp krizi habercisi veya belirtisi gibi algılandığından''eyvah kalp krizi geçiriyorum''korkusu başlar.''Tehlikeli,ciddi bir durumla karşı karşıyayım''yorumu kişiyi çare aramaya iter.Yeni ‘'sanal kalp krizine''karşı bir savunma,korunma,onu defetme mücadelesi başlar.
Çünkü insanoğlu tehlikeli bir durumla karşılaştığında ya kendisini savunacak,mücadele edecek yada kaçacaktır.
Kalp krizi geçiren ve de ölen bir yakın akraba,arkadaşda olmuşsa;yada ailede genetik olarak kalp krizleri yaygınsa kişi panik atağını kolaylıkla kalp krizine yorabilir.
Bu yorumla korku doğunca kısır döngü başlar;korkuya,tehlike algılamasına tepki olarak kandaki adrenalin miktarı daha da yükselebilir.Adrenalin yükselince kalp daha çok atmaya,bazen tansiyon yükselmeye başlar.Bütün vücudu içine alan titreme,sarsılma,terleme,titreme bazen soğuk terleme olur.Ağız kuruluğu,baş dönmesi,gözlerde kararma,boşluk hissi,hemen düşüp bayılma hissi olur.Bir de göğüsteki batıcı,gelip gidici,bazen biraz acılı sürebilen ağrılar''kesin kalp krizi geçiriyorum''diye algılanır.
Daha sonraki günlerde çarpıntı yapıcı normal-fizyolojik durumlarda,başka nedenlerle de panik atak başlayabilir.Çünkü; çarpıntı artık panik atağı ve de geçirilen bir kalp krizinin habercisi gibi değerlendirilir.

HANGİ DURUMLARDA KALP NORMALDEN FAZLA ÇALIŞIR:
-Yemeklerden,özelliklede ağır yemeklerden sonra alınan besinlerin mide de hazım edilmesi için mevcut 5 litrelik kanımızın daha fazlasının mide bölgesine gönderilmesi gerekmektedir.Kalp gerekli enerjiyi kanla mideye gönderir.Bunun içinde kalbin daha çok çalışması gerekmektedir.
-Uzun süren açlık durumları için adrenalin,büyüme hormonu vs.yükselir ve karaciğerde yağ ve proteinlerden şeker imal edilmeye başlanır.Yükselen adrenalin çarpıntı yapabilir.Çünkü uyarıcıdır.
-Spor yaparken.
-aaaa esnasında.
-Ve diğer efor gerektiren durumlarla da enerji gereksinimi arttığı için kalbin daha çok çalışması gerekir.İstirahat halindeki hücrelerin ve organların enerji ihtiyacıyla,efor durumlarındaki ihtiyacı tabi ki farklıdır.İhtiyacı olan yerlere daha fazla kan gönderilmesi gerekir.Bu da kalbin dakikadaki atış hızını artırmasıyla mümkündür.Sirkülasyonun artması gerekir.
Şöyle düşünün,maratondasınız normal yürümeyle yarışa katılamazsınız,koşmanız gerekir...
Aceleniz oldu bir yere çabuk yetişmeniz gerekli ne yaparsınız?Hızlı, hızlı yada koşarak gidersiniz.O an ona ihtiyaç vardır.
Kalpte ihtiyaç durumlarında'' koşar''Anne karnında 4 haftalıkken atmaya başlayan kalp bir ömür boyu hiç durmadan atar...Çok güçlü bir organımızdır.Bazen günlerce dakikada 200 atabilir.Sağlam bir kalp için hiç sakıncası yoktur...
-Heyecan,sevinç,korku anlarında da çarpıntı olabilir.Adrenalininiz yükselmiştir.Korkudan altına işeyenler olduğu gibi aşırı sevinç,gülmede de işenebildiğini unutmayalım.
-Aşırı yorgun,uykusuz kalındığı durumlarda
-Kansızlık durumlarında
-Boynun ön bölgesindeki Tiroit bezinin aşırı çalışması durumun dada çarpıntı olabilir.
-Aşırı çay,kahve,kolalı içeceklerde içerdikleri kafein nedeniyle çarpıntı yapabilir.
-Bazen günde 5-10 fincan kahve içen insanlarda kahveyi kestiklerinde paniği vs. kalmaz.
-Ateşli hastalıklarda da 1 derecelik atışa,kalp 18 defa fazla atarak cevap verir.
-Bazı tansiyon düşüklükleride çarpıntı yapabilir.
-Alkolde fazla kullanıldığında çarpıntı yapabilir.Uzun süreli alkol kullanımında panik atağa ve depresyona yol açabilir.
-Tatil yapmamak ve yoğun stresli iş yaşamları da çarpıntı yapabilir.
-Gizli şekeri olanlarda da ani şeker düşüklükleri hem çarpıntı hem de panik atağa yol açabilir.
-Aceleci,telaşlı,sabırsız,sıkıntılı,sinirli kişiliklerde de çarpıntı olabilir.
-İş yerine evimizdeki sorunlarda stres yaparak çarpıntıya yol açabilir.
-Kalp hastalıklarına bağlı çarpıntılar konumuz dışında olduğundan değinilmemiştir.
Zaten panik ataklılar,yani sizler defalarca kalp uzmanlarına gidip muayene oluyor.Her türlü kalp tetkiklerinizi yaptırıyorsunuz.Kalbinizde hiçbir şey olmadığı hep size söylenmektedir.
Onun için kalp hastası olmadığınızdan kafanızı karıştırmayın.Çünkü panik atak hastası okuduğu her sağlık haberinden,olumsuz olaylardan etkilenir ve kendisinde de benzer belirtiler ortaya çıkar.Adeta mıknatıs gibi her şeyi çekersiniz.

KALBİMİZİ TANIYALIM

Panik atak hastalarının çoğunluğu atak sırasında kalp krizi geçirdiklerini düşünürler dedik.Yadırganacak bir şey yok aslında.Belirtiler ufak nüanslar hariç çok örtüşüyor.Ancak bu farkları bilmek ayrıntılı muayene ve kalp tetkiklerinden geçirmekle insan ikna olabiliyor.
Mademki kalp krizinden korkuyoruz o halde sizlere biraz kalbimizi tanıtmak ve hangi durumlarda(risk faktörleri nelerdir?)Kalp krizine yatkın oluruz.Onları anlatmak istiyorum.
Çünkü bir çok hastama kalbin yapısı,çalışması ve risk faktörlerini anlattığımda ciddi olarak rahatlama görüyorum.

KALBİN İŞLEVİ NEDİR?

Kalp anne rahminde 4 haftalıkken atmaya başlar.İnsanoğlu son nefesini verdiğinde de durur.Yani bir ömür boyu çalışır.Biz uykudayken de bir dakika bile durmadan sürekli kan pompalar.Bizim gibi yorulunca mola vermez...
Kalp kaslarımız irade dışı çalışır.Otonomdur...Vücudun genel genetik programına göre,bizim için ne şekilde çalışması gerekiyorsa öyle çalışır.
Kalp 24 saatte ortalama 100,000 kere atar.
Kalp kası gündelik yaşamdaki bir çok fiziksel ve psikolojik sorunla başa çıkabilecek kapasitede yaratılmıştır.Çok güçlü bir organdır.
Kalbimiz dakikada 60-80 defa tüm vücuda kan pompalar.Bu kan atardamarlar vasıtasıyla tüm organlarımıza,hücrelerimize gönderilir.Vücudumuzun normal faaliyet göstermesi için başta oksijen ve enerjiye ihtiyacı vardır.İşte bunu sağlayan kandır.Kan hayattır.Aldığımız oksijen,yediğimiz gıdalar,içtiğimiz su vs...Akciğerde,midede gerekli işlemlerden geçtikten sonra kana karışmaktadırlar.Kan bir dağıtım şebekesidir.Bir şehrin su kaynağından bütün şehre borularla suyun dağıtılması gibi düşünebilirsiniz.Merkezden su pompalanır önce büyük vanalara,sonra küçük,küçük borularla evimizin iş yerimizin içindeki musluklara kadar gelir.
Kalbimizin yeterli pompalama işlemi için enerjiye ihtiyacı vardır.Kalbin atardamarları(Koroner damarlar) kalpten aldıkları kanla kalbi besler ve ona enerji taşırlar.

KORONER DAMARLAR NEDİR?

-Kalbi besleyen damarların adıdır.
-Kalbe enerji ve oksijen taşırlar.
-Koroner damarlar kalpten çıkan ana arter (Aort) den doğarlar.
-Dalları ile beraber 3 önemli koroner atardamar vardır.
-En önemlisi 2 ana dala ayrılan sol koroner arterdir.
-Bir de sağ koroner atardamar vardır.
-Kalp kasının kan ihtiyacı büyük oranda sol koroner atardamar tarafından karşılanır.
-Koroner damarlarımızı büyük bir ağaca benzetebilirsiniz.
-Koroner ana damarlar saman çöpü,maydanoz sapı kalınlığındadır.
-Damarların içinden dakikada bir su bardağı kadar kan geçer.Fiziksel bir aktivite durumunda kan miktarı 3 katına çıkar.
-Sol koroner ikiye ayrılır.Bir dalı;kalbin önünü ve sol alt tarafını besler.Diğeri ise yan ve arka tarafı besler.
-Koroner arterlerin iç yüzeyi pürüzsüz düz ve kan akımını kolaylaştıran''endotel''hücreleriyle kaplıdır.
Koroner damar iç yüzeyi (endotel)hasar görürse kan akımı girdaplı olur.Çünkü iç yüzeyde tıpkı bir asfaltdaki çukurlar,tümsekler gibi bozukluklar olur.Damar pürüzsüzlüğünü yitirdiğinden kalınlaşmış olur.
Yüksek tansiyon,sigara içimi,kötü beslenme alışkanlığı,yüksek kolestrol ve yağlar,hareketsizlik,şişmanlık,stres nedeniyle endotel hasar görür,koroner kalınlaşır.Bunun sonucunda da;
-Kalp anjinası(koronerlerin daralması sonucu kalp kasının geçici olarak kısa bir süre için oksijensiz kalması.Egzersiz,aşırı heyecan,öfke buna neden olabilir.)
-Kalp krizi,
-Aritmiler,
-Kalp yetersizliği ortaya çıkabilir.

KALP NASIL ÇALIŞIR.

Kalbimiz elektriksel bir sistem tarafından kontrol edilir.Kalbin hangi durumlardan ne hızla çalışacağı bu elektriksel sistemle ayarlanır.
Kalbin kasılmasına yani temiz kanı pompalaması sistol,gevşeyip toplardamarlardan gelen kirli kanı almasına diastol denir.
Büyük tansiyon sistolik,küçük tansiyona diastolik denir.

KALBİMİZDE NELER VAR?

-Kalp iki kulakçık,iki karıncıktan ibarettir.
-Sağ kulakçık ile sağ karıncık arasında trikuspit denen kapak
-Sol kulakçıkla sol karıncık arasında mitral kapak vardır.
-Ayrıca sağ karıncıktan ve akciğere kirli kanı götüren ‘'pulmoner damarın''başlangıcında da pulmoner kapakçık vardır.
-Yine sol karıncıkta toplanan temiz kanı vücuda dağıtan ana atardamar.Aort başlangıcında da aort kapağı vardır.
-Kirlenen kan toplardamarlarla sağ kulakçığa(atrium) gelir.
-Akciğerde temizlenmiş kanlar sol kulakçıkta toplanır.(Atrium)
-Sağ ve sol atrium aynı anda boşalır.(trikuspit ve mitral kapak aynı anda açılır.)
-Sağ atriumdan,sağ ventriküle(karıncığa,sol atriumdan sol ventriküle(karıncığa)boşalan kan iki ventrikülün aynı anda kasılması ile basınçla trikuspit ve mitral kapakları kapatır.Önlerindeki pulmoner ve aort kapaklarını açarak kanı boşaltırlar.Sağ karıncık kanı temizlenmek üzere akciğere yolculuk eder.Sol karıncıktaki kan da aort damarlarıyla ve daha başka kollara ayrılarak,bütün vücuda oksijen ve enerji götürür.
-Sağ atriumla sol atriumu;sağ ventrikülle sol ventrikülü birbirinden ayıran bölümler vardır.

KALP KRİZİ NEDİR ?

Panik atak hastalarının ‘'eyvah!kalp krizi mi geçiriyorum?''şeklindeki duyumsama ve algılamaları büyük bir telaş ve korku yaratır.Bir çok hasta o anda öleceğini hisseder.Fakat isterse 100-500 panik atak yaşasın yine de ölmez.
Kişi yıllarca tedavi olmayıp stres altında kalırsa,tabiki kriz yaşamaya aday olur...
Şimdi sizlere kalp krizi nedir?ve kimler kalp krizi açısından riskli gruba girer onları açıklayacağız.
Kalp krizi önceden bahsettiğimiz kalbi besleyen koroner damarların tıkanması sonucu oluşur.Yıkanan damarın suladığı(kanlandırdığı)kalp kası bölgesi nekroze olur(canlılığını yitirir)kalbin bu bölgesi işlevsiz kaldığından kriz anında söz konusu belirti ve şikayetler olur...

Kimler kalp krizine yatkındır?

-Aşırı şişmanlık
-Yüksek kolesterol düzeyi özellikle ldl(kötü huylu kolesterol)yüksekliği
-Diyabet(şeker hastalığı)
-Hipertansiyonlular
-Sigara ve aşırı alkol kullanımı,kokain benzeri bazı uyarıcı uyuşturucu maddeler
-Hareketsiz tembel bir yaşam
-Aşırı stresli ve öfkeli bir yaşam sitili.Sosyal yalnızlık.
-Genetik faktörler
-Uzun süreli doğum kontrol hapları kullanmak

Yukarıdaki risk faktörlerinin birini yada bir kaçını taşıyan insanların kalp uzmanına giderek;muayene olup tetkiklerini yaptırması gerekir.
Gerekli tedbirler alındıktan sonra asla korkmamak gerekir.Diyelim ki aşırı şişmanlık ve kolesterol yüksekliği sorununuz var uygun bir diyet ve egzersiz programıyla bu riski ortadan kaldırabiliriz...
Panik atak hastalarının büyük çoğunluğunun,defalarca yaptırdıkları çek-ap larında bir bozukluk saptanmaz,bir çok hastamız defalarca EKG,kan tahlilleri vs. yaptırmış ve bir şey çıkmamıştır.Bazılarında kolesterol stresse bağlı olarak yüksek çıkabilir.Panik anında tansiyon yükselebilir.Fakat panik tedavisiyle her şey normale döner.

Neticede; panik atak esnasında yaşananlar kesinlikle kalp krizi değildir.
İlk defa panik atak yaşayan birisinin aklına kalp krizi gelmesi çok doğaldır.Ancak ayrıntılı tetkik,tahlillerden ve muayeneden geçtikten sonra ‘'işi bitirmek'' gerekiyor.Yani,fiziksel olarak;şikayetlerinizin,yaşadıklarınızın bir açıklaması yoksa,''bir şeyiniz yok''deniyorsa asla vakit geçirmeyin.Adres psikiyatridir.Bir durum fiziksel-organik kökenli değilse ve net bir şekilde bu ifade ediliyorsa neden psikolojik-psikiyatriktir.
Her psikiyatrist panik atağı tanır.Bu nedenle kendinize en yakın ve kolay ulaşabileceğiniz bir psikiyatrist bulup tedavi olun.
Aksi takdirde,doktor,doktor dolaşıp tonlarca tahlil-tetkikler yaptırırsınız...Zamanla hastalık hastası olursunuz...İçinize kurt düşer''acaba tahlil yanlış mı çıktı,tahliller karıştı mı,doktor yanlış mı değerlendirdi''gibi bir çok evhamla baş başa kalırsınız...Maddi manevi tükenirsiniz.Onun için,kalple ilgili tetkikleriniz normalse asla vakit geçirmeyip psikiyatriste gidin...

17 Aralık 2010 Cuma

Saç Dökülmesi Nedenleri ( Saç dökülmesi neden olur ? )






Uzmanlar, Günde 50-100 adet saç telinin dökülmesini normal sınırlar içerisinde kabul ederken, eğer aşırı miktarda saç kaybı ve saçlarda gözle görülen incelme oluşursa, en kısa zamanda doktora başvurulması gerektiğini bildiriyor.

Tüm toplumlarda saçlarla saç şekillerinin sosyal ve kültürel bir önemi vardır. Saç dökülmesiyle karşılaşan bir kişi, kendisini fiziksel ve ruhsal olarak zayıf görmeye başlayarak, bu durumdan kurtulabilmek için değişik yöntemlere başvurabilir. Ancak, saç dökülmesinin nedeni bulunmadan doğru bir tedavi şekli uygulanamaz. Bu nedenle aşırı saç dökülmesi, saç köklerinde zayıflık ve saç tellerinde incelme şikayetleri bulunanların, deri hastalıkları uzman hekimlerine başvurmaları gerekir. Uzmanların verdikleri bilgiye göre, Sağlıklı bir insanda saçların yaklaşık yüzde 90'ı sürekli uzama halindedir. Bu büyüme evresi 2-6 yıl kadar sürebilir. Geriye kalan yüzde 10'luk kısım ise, 2-3 Ay kadar süren dinlenme evresinde bekler. Bu dinlenme evresi sonucunda saçlar dökülür, dökülen saç köklerinden yeni saçlar büyümeye başlar ve döngü bu şekilde devam eder. Saç dökülmelerinin çoğu da işte bu normal saç büyüme döngüsünden kaynaklanır. Günde 50-100 adet saç telinin dökülmesi ise normal sınırlar içerisinde kabul edilir. Saç dökülmesinin nedenlerini bilmek hem bilinçli davranarak baştan bazı tedbirler almanızı sağlayacak, hem de bir sorun yaşadığınızda doğru tedavi şekli konusunda sizi yönlendirecektir. İşte sizi bu önemli sorundan kurtaracak saç dökülmesinin başlıca nedenleri.

Uygunsuz saç bakımı ve kozmetik ürün kullanımı: Uzmanlara göre; boya, renk açma, düzleştirme veya perma gibi yöntemler, uygun koşullarda yapılmazsa saça zarar verebiliyor. Bu yöntemlerin sık sık veya aynı anda uygulanması da saçı zayıflatıp kırılmasına neden olabiliyor. Saçı çeken atkuyruğu, örgü, sıkı lastiklerle toplama gibi saç şekillerinin de sıklıkla uygulanmaması gerekiyor. Çünkü saç diplerine etki eden sabit çekme kuvveti saç kaybına neden olabiliyor. Sık sık yıkamak, taramak ve fırçalamak ise saçı kırabiliyor.

"FIRÇA YERİNE GENİŞ AĞIZLI VE DÜZ UÇLU TARAKLAR KULLANILMALI"
Şampuandan sonra krem kullanmak saç taranmasını kolaylaştırıyor. Islakken daha kırılgan olduğu için, saçı havlu ile ovalayarak kurutmaya çalışmaktan kaçınmak gerekiyor. Uzmanlar, fırça yerine geniş ağızlı ve düz uçlu tarakların tercih edilmesi gerektiğini bildiriyor.

Ailesel saç kaybı: Saç dökülmelerinin en sık rastlanan sebebinin kalıtsal özellik olduğunu bildiren uzmanlar, bu kalıtıma sahip olan kadınlarda saçlarda azalma görüldüğünü, ancak kellik oluşmadığını belirtiyor. Bu duruma ''erkek tipi kellik'' deniyor ve 10-20-30'lu yaşlarda başlayabiliyor. Son zamanlarda yeni tıbbi tedavi seçenekleri sunulmasına rağmen kalıcı bir düzelme sağlamanın saç transplantasyonu dışında henüz mümkün olmadığını ifade eden uzmanlar, hasta için uygun olacak yöntemin doktor tarafından seçilmesi gerektiğinin Altını çiziyor.

Alopesi areata: Bu tip saç kayıplarında düzgün yüzeyli, para büyüklüğünde veya daha geniş yuvarlak yama tarzı alanlar oluşuyor. Nadiren tüm saç ve vücut kıllarında kayıp oluşabiliyor. Her yaşta görülebilen bu tip saç dökülmesini yapan neden bilinmemekle birlikte, birçok hastada saçlar daha sonra kendiliğinden büyüyor.

Doğum sonrası: Gebe bayanlarda saçların büyük bir kısmının büyüme halinde olduğunu ifade eden uzmanlar, doğum sonrasında saçların, saç büyüme döngüsünün dinlenme fazına geçtiklerini, 2-3 ay içerisinde aşırı miktarda döküldüklerini, bu sürecin 1-6 ay kadar sürebildiğini ve çoğunlukla yeniden büyüyerek eski miktarlarına ulaştıklarını bildiriyor.

Yüksek ateş, ağır enfeksiyon ve soğuk algınlığı: Hastalıkların, saçların dinlenme evresine girmesine neden olabildiğini belirten uzmanlar, yüksek ateş ve ağır bir hastalıktan 4 hafta ila 3 ay sonra yoğun bir saç kaybı gelişebileceğini, ancak zamanla saçların eski halini alacağını bildiriyor.

Tiroid hastalıkları: Fazla veya az çalışan tiroid bezinin saç kaybına neden olabildiğini belirten uzmanlar, hastalığın tedavisiyle saç kayıplarının da giderilebileceğini bildiriyor.

Eksik Protein içerikli beslenme: Proteinden fakir diyetler yapan veya Anormal beslenme alışkanlığına sahip kimselerde protein eksikliği oluşuyor ve vücut Proteini muhafaza etmek için saçları dinlenme evresine sokuyor. Bundan 2-3 ay sonra da yoğun bir saç kaybı oluşuyor. Uzmanlar, bu durumun yeterli miktarda protein alınımıyla düzelebileceğini belirtiyor.

MANTAR HASTALIĞI ÇOCUKLARDA DAHA SIK GÖRÜLÜYOR
İlaçlar: Uzmanlara göre, bazı ilaçlar geçici bir süre saç dökülmesine neden olabiliyor.

Kanser tedavileri: Bazı kanser tedavilerinin saç hücrelerinin bölünmesini durdurabildiğini belirten uzmanlar, hastaların saçlarının yüzde 90'ını kaybedebileceklerini, ancak terapi sona erdikten sonra saçların tekrar büyüme göstereceklerini ve eski hallerine döneceklerini bildiriyor.

Doğum kontrol hapları: Doğum kontrol hapı kullanan bir bayanda saç dökülmesinin ancak kalıtsal yatkınlıkla oluşabileceğine işaret eden uzmanlar, dökülme gerçekleşirse hapların doktor kontrolünde değiştirilmeleri gerektiğini belirtiyor.

Demir eksikliği: Demir eksikliğinin de saç dökülmesine neden olduğuna işaret eden uzmanlar, bazı kişilerin demiri besinsel olarak eksik aldıklarını, bazılarında ise demirin bağırsaklardan emiliminin yetersiz olduğunu belirtiyor. Bayanlarda adet kanamaları nedeniyle demir eksikliğinin daha sık görüldüğünü bildiren uzmanlar, bu durumun mutlaka tedavi edilmesi gerektiğini belirtiyor.

Büyük cerrahi girişimler ve kronik hastalıklar: Büyük cerrahi operasyon geçiren hastaların 1-3 ay içinde aşırı bir saç dökülmesini fark edebileceklerini belirten uzmanlar, bu durumun birkaç ay içinde geçebileceğini, ağır kronik hastalığı olan kişilerde ise saç kaybının ömür boyu devam edeceğini bildiriyor.

Mantar hastalıkları: Küçük yamalar halinde kabuklanmalarla başlayıp yayılabilen, saçlarda kırılma, saçlı deride kızarıklık ve şişlik, hatta sızıntıya neden olabilen mantar hastalığının çocuklarda daha sık görüldüğünü belirten uzmanlar, hastalığın mutlaka ilaçla tedavi edilmesi gerektiğini bildiriyor.
Saç koparma hastalığı (Trikotilomani): Çocuklar ve bazen erişkinler, saç, kaş veya kirpiklerini koparıncaya kadar çekebiliyor ve bunu bir alışkanlık haline getiriyor. Uzmanlar, böyle durumlarda psikolojik yardım alınmasını öneriyor.

13 Kasım 2010 Cumartesi

Et beni nedir?


Et beni nedir?

Et benleri; cilt renginde, çıkıntılı kökü olmayan küçük deri parçalarıdır. Bunlar 20- 40 yaşından sonra oluşmaya başlar. Bu benlerin ortaya çıkışında bir çok sebep vardır.Vücut direncinde ani düşme, virütik enfeksiyonlar, ani kilo kaybı veya şişmanlik, hamilelik, menapoz , stres ve hormon hastalıkları et benlerinin hızla çoğalmasına sebep olabilirler. Et benleri epitelyal polip olarak da adlandırılırlar.

Et Beni kansere dönüşür mü?

Hayır, et benlerinin genellikle zararları yoktur, fakat eğer alınmayacaklar ise takip edilmelidirler. Hastayı rahatsız ediyorsa, çok kısa bir işlem ile alınmaları mümkündür. Genital bölgede olanların virüsler ile ilişkisi olabileceğinden dolayı alınmalarında ve takip edilmelerinde fayda vardır.

Et beni veya et benleri en sık nerede çıkar

Benlerin yeri önemli değildir. Et benleri sıklıkla boyun,erkek ve kadın genital bölge, koltuk altında ortaya çıkarlar.

Et Beni İle HPV virüsü arasında ilişki var mıdır?

Hem evet hem hayır. Bilindiği üzere 120 den fazla HPV tipi vardır ve bunları çok azı genital siğillere sebep olur ve kanserojen etkisi oluşturabilir. Yapılan çalışmalar genital bölge de olan “et beni” veya “et benleri” nin bir kısmının sebebinin de HPV virüsü ile ilişkili olabileceğini iddia etmektedirler. Görünüş olarak HPV tip 6 ile karışabilmelerine rağmen bazı tip HPV supgruplarının etmen de olabileceği iddia edilmektedir. Fakat etbenine sebep olan HPV virüsü tipi ile genital bölgede siğil ve kondilomlara sebep olan ve kanserojen etkisi de bulunan HPV virüsü tipleri aynı değildir. Bu sebeple HPV sonucu oluşan riskli kondilom lezyonları ve et beni arasında ilişki kurmak doğru değildir.

Et beni tedavisi nasıl yapılır?

Radyofrekans, Kriyoterapi , Koterizasyon ve Cerrahi olarak kolayca tedavi edilebilirler.

Et Benleri ne zaman önem kazanır?

Et benleri çok fazla sayıda ve tüm vücuda dağılacak şekilde yaygınsa, hastada bağırsak polipleri ve hormon bozukluğu mutlaka araştırılmalıdır. Et benleri eğer alınıp patoloji inceleme yapılmayacak ise dikkatle izlenmelidir, çünkü bir et benindeki herhangi bir yapısal değişiklik melanom (deri kanseri) belirtisi olabilir, bu durumda ileri tetkik gerektirebilir.

Diş gıcırdamalarına dikkat




Günümüzde stres ve stresin etkileri yaşadığımız birçok alanda etkisini hissettirdiği gibi uyku arasında da diş gıcırdatmalarına yol açabiliyor. Kişilerin yaşadığı maddi ve manevi birçok problem uyku esnasında kendini e1e veriyor.

Diş gıcırdatma(Bruksizm )nedir?

"Tıpta Bruksizm, olarak adlandırılan bu rahatsızlık uyku sırasında dişleri sıkmak, gıcırdatmak ve çeneyi kenetlemektir. Halk arasında diş gıcırdatma olarak adlandırılır. Normal olmayan bir durumdur.

Genel olarak uyurken ortaya çıkabilen bu durum bazı kişilerde yaşadığı olaylara bağlı olarak gündüzde ortaya çıkabilir. Çoğu kişi yaşadığı bu rahatsızlığın farkında değildir. Birçok birey bu rahatsızlığı yakınlarının onlara söylemesinden sonra fark eder.

Diş gıcırdatma tehlikeli bir durumdur ve bireyin dişlerinden oldukça rahatsız edici bir ses çıkar. Normal zamanda bu sesi çıkartması mümkün değildir."

En büyük sebebi yaşanılan stres...

"Diş gıcırdatma (Bruksizm),dişler arasındaki kapanış ilişkisinin bozulmasından(Malokluzyon) kaynaklanabilir. Fakat bu durum çok sık karşılaşılan bir durum değildir. Genel olarak bu rahatsızlığa sebep olarak günlük hayatta yaşanılan maddi ve manevi sorunların kişi üzerinde yarattığı psikolojik baskı neden olur. Çünkü birçok birey istediği ya da arzuladığı yaşam şartlarına ulaşamadığı için bu olayı kendi içerisinde farklı boyutlara taşır. Böylelikle uyku esnasında da diş gıcırdatma olarak ortaya çıkar. Bruksizm hastalığına stres dışında bireyin kişisel özellikleri de neden olur. Aşırı sinirli, hassas ve titiz bir yapıya sahip olmakta bu tarz rahatsızlıkların ortaya çıkmasında etken rol oynar."

Dişlerinizin gıcırdamasını önemseyin...

"Diş gıcırdatmanın şiddetine göre zaman içerisinde dişlerde bazı sorunlar ortaya çıkar. Dişlerin çiğneyici yüzeyinde aşınmalar olur. Diş minelerinde oluşan rahatsızlık diş boylarının kısalmasına sebep olur.

Dişlerde kamaşma olarak bilinen, soğuğa karşı hassasiyet belirir. Ani diş sızlamaları gerçekleşir. Diş ve çene arasındaki bağlarda gevşemeler oluşarak diş sallanmaları ya da dökülmeleri görülür.

Bruksizm'e bağlı olarak da dişlerde kırılma ve diş eti çekilmeleri ortaya çıkar. Aynı zamanda Bruksizm, ağız yaraları, baş ağrısı, çene ağrısı şakak ve yanak bölgelerinde de kas ağrılarına neden olur.

Bu belirtiler diş gıcırdatmasının başlangıcından itibaren görülmeyebilir daha ileriki zamanlarda kişinin karşılaşabileceği problemlerdir."

Tedavi yöntemleri...

"Bruksizm'in yol açtığı rahatsızlıkları ve kişinin diş gıcırdatmasına devam etmemesi adına 'gece koruyucuları' olarak adlandırılan silikon içerikli madden yapılmış diş plakları kullanılabilir. Genel anlamda faydalı olan bu plaklar bazı kişilerde tedavi sürecinde yeterli olmadığı saptanmıştır. Bu sebeple kişinin rahatsızlığının seviyesine göre ek olarak kas gevşeticiler, psikolojik terapi yöntemi, eksik dişlerin yerine protez tedavisi uygulanabilir aynı zamanda hatalı yapılmış dolgu ve kaplama varsa bunlarda yenilenebilir."

Aşırı su içip, sık yemeye mi başladınız?




Diyabet;
pankreastan salgılanan insülin hormonunun azlığı, yetersizliği ya da etkinliğinin azalması sonucu ortaya çıkan ve kan şekerinin yüksekliği ile seyreden bir hastalıktır.

En sık görülen belirtileri ise; gün içerisinde aşırı susama ve çok su içme, sık idrara çıkma, kilo kaybı, çok yemek yeme, ağız kuruluğu gibi durumlardır. Bunlara ek olarak; bulanık görme, kaşıntı ve cilt enfeksiyonları, yara iyileşmesinin gecikmesi, halsizlik, terleme, yorgunluk, kuru ve kaşıntılı cilt, sık geçirilen enfeksiyonlar, cinsel sorunlar, ellerde ve ayaklarda uyuşma ve karıncalanma, ağız kuruluğu gibi belirtiler de görülebilir.

Tip I diyabetin belirtileri daha erken yaşlarda ortaya çıkabilir, ancak ileri yaşlarda başlayan Tip 1 şeker hastalığı da vardır.

Tip II diyabet artık çocukluk yaşlarında da görülebilmektedir.

Memorial Ataşehir Hastanesi Dahiliye Bölümü'nden Prof. Dr. Birsel Kavaklı, 14 Kasım Dünya Diyabet Günü öncesi diyabet hastalarının dikkat etmesi gerekenler hakkında bilgi verdi.

Ailenizde diyabet hastası varsa özellikle dikkat edin!

Yakın akrabalarında diyabet olanlar risk altındadır.

Yaş artışıyla beraber diyabet gelişme riski artar.

40 yaşın üzerinde ve fazla kilolu kişiler diyabete yatkındır. Vücut Kitle İndeksi (BMI) 30 ve üzerinde olanların diyabete yakalanma riski normal kişilere göre 5 kat fazladır.

Gebelikte diyabet gelişen veya iri bebek doğuran kadınlarda ileriki yıllarda Tip II diyabete yakalanma sıklığı çok fazladır.

Eğer bir kişide Tip II diyabet varsa ailenin diğer üyeleri de risk altındadır.

Hareketsiz yaşam tarzı olanlar,

Stres hiperglisemisi geçirenler,

Kan yağlarında bozukluk olanlar,

Hipertansiyonu olanlar risk grubundadır.

Diyabet tanısı için 8 saatlik açlık kan şekerine bakılır

Açlık kan şekeri 126 mg/dl'den yüksek ise,

Diyabet belirtileri bulunuyor ve rastgele ölçülen kan şekeri düzeyi 200mg/dl'den yüksek ise,

Şeker yükleme testi sırasında herhangi bir kan şekeri düzeyi 200mg/dl veya üzerinde ise, veya diyabet semptomlarında(poliüri,polifaji,polidipsi)herhangi birinin mevcut olması halinde kişi diyabetli olabilir ve doktora başvurmalıdır. "Şeker yükleme testi" olarak bilinen "Oral Glukoz Tolerans Testi" (OGTT), diyabet tanısında büyük önem taşır. Doktor önerisi ile yapılmalıdır.

Bu hastalıkla yaşamayı öğrenmek için diyabet eğitimi alın.

Diyabet tedavisinde ilaç dışı yaklaşımlar ve ilaçla tedavi birlikte kullanılır. Diyabet eğitimi, egzersiz ve sağlıklı beslenme programı mutlaka uygulanmalıdır.

Genel olarak Tip 1 diyabetliler hastalığın başından itibaren insülin kullanmak zorundadır. Tip II diyabetliler genelde oral ilaçlarla tedavi edilir. Oral ilaçlara yanıt vermez ise insüline geçilir.

Komplikasyonlardan korunmak için yukarıdaki hedefleri sağlamak gerekir. Bunun için de 3-4 ayda bir hekim kontrolu, gerekli tetkik ve konsultasyonların yapılması gerekir.

İnsülin eksikliğinde veya etkisizliğinde şeker hastalığı yani "diyabet" ortaya çıkar. Ender rastlanan bazı tipler göz ardı edilirse diyabetin iki tipinden bahsedebiliriz:

1) Tip I diyabet (insüline bağımlı diyabet): Diyabetli olguların %10 kadarı bu gruptandır. Bu hastalarda pankreastan insülin yapımı ya çok azalmış ya da yoktur. Tedavisinde insülin kullanılması zorunludur.

2) Tip II diyabet (insüline bağımlı olmayan diyabet): Diyabetli olguların %85-90'ı bu gruptadır. Bu hastalarda pankreasta insülin yapımı vardır. Bazen normalden fazla bile insülin yapımı ve insülin direnci söz konusudur.

Diyabeti kontrol altına almak için evde şeker ölçümü ile hasta-hekim işbirliği şarttır.

Genellikle hastaların en sık yaptığı hata, evde şeker ölçümü yaparak kendi kendilerini takip etmeleri ve doktora çok nadir gitmeleridir. Oysaki; evde şeker ölçümünün amacı hasta kendini kötü hissettiğinde doktora gidene kadar şekerini ölçüp, şeker düşüklüğünü ya da yüksekliğini tespit edebilmektir.

İyi bir diyabet takibinde her 3 ayda bir hastalığa özel testlerin tekrarlanması ve yine düzenli aralıklarla hastanın göz, nöroloji ve kardiyoloji uzmanları tarafından da muayene edilerek değerlendirilmesi gereklidir.

Tedavinin en önemli ayağını diyet oluşturur.

Diyetine uymayan bir hastanın yalnızca ilaçlara güvenerek şekerini düzenlemek hiçbir şekilde mümkün olmaz. Günde 3 ana ve 3 ara öğünden oluşan, hekim, hasta ve diyetisyenin birlikte belirleyeceği diyet listesine uymak, tedavinin en önemli kısmıdır. Bunun dışında ağızdan alınan ilaçlarda, aç ya da tok alınması önerilenlerde bu kurala uyulması, insülin kullanan hastalarda ise insülin enjeksiyonunun her zaman yemekten önce yapılmasına ve insülinden sonra her zaman yemek yenilmesine dikkat edilmesi önemlidir.

Bu önerilere kulak verin:

Özellikle Tip 2 diyabet hastalığında hareket azlığı, fazla kilo ve düzensiz, kontrolsüz beslenme rol oynadığı için bazı önlemlerle riski azaltmak mümkündür.

Haftada en az 3 gün 45 dakika tempolu yürüyüş yapmak, yürüme mesafesindeki yerlere araç yerine yürüyerek gitmek, mümkün olduğunca asansör kullanmamak gibi gündelik yaşantımızda hareketi artıracak faaliyetlerde bulunmak, bilinçsiz diyet yapmamak, şekerli-yağlı gıdaları diyetimizde sınırlı olarak bulundurmak önemlidir.

Kendisinde hastalığın belirtilerini fark edenler ve ailesinde diyabet hastası olan kişilerin mutlaka düzenli aralıklarla doktor muayenesi olmaları ilk akla gelen önerilerdir.

12 Kasım 2010 Cuma

Gebelikte aspirin kullanmayın!



Aspirin’in anne karnındaki çocuğun cinsel organlarının gelişimini engellediği ortaya çıktı.

Hamilelik sırasında aspirin, paracetamol ve ibuprofen gibi ağrı kesici kullanımının anne karnındaki erkek bebeğin cinsel organlarının gelişimini engellediği belirlendi.

Daily Mail’in haberine göre, İngiltere Sheffield Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma, iki veya daha fazla süreli ağrı kesici kullanımının, anne karnındaki erkek bebeğin testislerinin torbaya inmesini engellediğini ortaya çıkardı.

Araştırmaya göre kadınların en az yarısı hamilelik sırasında yaşanılan baş ağrılarına karşı aspirin, paracetamol ve ibuprofen gibi ağrı kesiciler kullanıyor.

Sheffield Üniversitesi’nden Dr. Allan Pacey’nin başını çektiği ekibin elde ettiği sonuçlara göre, özellikle de iki farklı türde ağrı kesicinin, aynı anda birlikte kullanımı sorunlu cinsel organ gelişimi riskini daha da katlıyor. Örneğin aspirinle ibuprofenin birlikte alımı bu riski dörde katlarken, aspirinin paracetamolle birlikte kullanılması riski iki katına çıkarıyor.

Benzer şekilde ibuprofen-paracetamol ikilisi sorunlu cinsel organ gelişimi riskini tam yedi kat artırıyor.

Araştırma, “endroktrin veya hormon bozucu” olarak adlandırılan kimyasallar içerdiği belirtilen ağrı kesici kullanımında en riskli dönemin, hamileliğin dördüncü ile altıncı ayları olduğunu gösterdi.

Genetik Yapımız ve Davranışlarımız Arasındaki İlişki

Daha doğum anından itibaren bebeğin annesine mi yoksa babasına mı benzediğini merak ederiz. Yeni doğan bebeği görenler, öncelikle bu benzerlik konusundaki kanaatlerini açıklama gereği hissederler ya da gerçekten ortada öylesine bir benzerlik vardır ki, kendilerini bu konuda bir şey söylemekten alıkoyamazlar. Çoğu zaman "Hıh, deyip birisinin burnundan düşmüş"üzdür Kime benzediğimiz, fiziksel özelliklerimizi, bazı huylarımızı kimden aldığımız yaşamımızın sonraki dönemlerinde de insan ilişkilerindeki temel ilgi alanlarından birisi olmakta devam eder. Çocuk ya da genç, hoşa giden veya gitmeyen bir tutum gösterdiğinde, bu tutumun hep hesapta tutulan sorumlularından biri de kalıtımsal mirasıdır. Baba, matematikten "pekiyi" alan oğlunun başarısında, biraz da kendi kalıtımsal mirasını etken olarak gördüğü için öğünür. Eşine kimi huylarından dolayı kızgın olan anne, kızı bu baba huylarından bazılarını gösterse, öfkesini yönelttiği kaynaklardan birisi de eşinin kalıtımsal mirasıdır; o yüzden açık ya da gizli "çekmez olasıca!" diye hayıflanır. Şöyle ya da böyle kalıtım, gündelik yaşamımızda büyük ve büyülü bir yer tutar.
Gündelik yaşamımızda böylesine önemli bir yeri olan kalıtım, doğal olarak tarihte, toplumsal ve politik yaşamda da "soy sop sorunu" şeklinde hak ettiği yeri almıştır. Evlilikler, politik tercihler sırasında, soyaçekimin bu büyüsel etkisi kendisini çoğu zaman hemen hissettirir. "Kız anasına bakılarak alınır"; soyun gücüne inanç, mezhepsel farklılıklara, babadan oğula geçen dinsel ve politik iktidar biçimlerine yol açar; demokratik söylemin başat olduğu modern zamanlarda bile partilerin başına soyaçekimin büyüsünden faydalanılacak liderler seçilmeye çalışılır.
Kalıtımsal miras ve soyaçekim konusunun şüphesiz bilimsel tecessüsü uyandırması gecikmemiş, "genetik", bilim dünyasının en önemli alanlarından birisi haline gelmiştir. Bu yüzyılın ortalarında kalıtımsal mirasın geçiş yolu olan kromozomların, genlerin ve genetik şifrenin taşıyıcısı DNA'nın yapısının keşfiyle, insanlık tarihinde belki etkisi gelecekte çok daha belirginleşecek olan "genetik devrim" ortaya çıkmıştır. Genetik şifre hakkındaki artan bilgi, DNA'ların ayrıştırılıp yeni yapılar elde etmek üzere yeniden birleştirilmesi (rekombinant DNA teknolojisi), insanlığı diğer tüm devrimlerde olmadık biçimde politik, toplumsal ve etik, yepyeni bir meydan okumayla karşı karşıya bırakmaktadır. Artık tüm canlılarda, bitki, hayvan ve insanda istenilen değişikliklerin ortaya çıkarılması ve kopyalama mümkündür. Moleküler biyoloji ve gen mühendisliği gibi iki temel alandan beslenen yeni bir bilimsel ve teknolojik alan olan biyoteknoloji, insan ve toplum için inanılması güç olumlu vaadlerde bulunmaktadır. 1987'de Amerikalı ve İngiliz bilimcilerin önderliğinde başlatılan "İnsan genomu projesi" tüm hızıyla sürmektedir. Bu projeyle ilk aşamada insan genlerinin, ikinci aşamada tüm DNA dizilimlerinin ayrıntılı bir haritasının çıkarılması hedeflenmektedir. İnsan DNA'sında 3 milyar harf olduğu sanılmakta, projenin başlangıcından beri 76 milyon harfin yerinin saptandığı, 2002 yılında 500 milyon harfin yerinin saptanmış olacağı bildirilmektedir. Halen süren ama bir yandan da gerek bilimsel gerek politik çevrelerin tepki ve eleştirilerine hedef olan bu proje, nihai amacı olan insan genomundaki her noktanın DNA diziliminin elde edilmesini gerçekleştirebilirse, ortaya çıkabilecek imkan ve sorunların bugünden hayal edilmesi bile mümkün değildir.
Şu sıralarda İngiltere'de Cambridge'de sürmekte olan "İnsan Genetiği Haritası Araştırması" için insan DNA'sından elde edilen 1 milyon kopya derin dondurucularda saklanmakta, varılan sonuçlar Avrupa Biyoenformasyon Enstitüsü (EBI) tarafından dünyaya açıklanmaktadır. EBI, şimdiye kadar 20 bin organizmanın genetik yapısını bilimcilere açıklamıştır. İnternetteki sayfasına her gün on bin kişi girip biriken bilgiyi elde etmektedir. EBI'nın interteki sayfasını okuyanların sayısı son bir yılda 7 kat artmış durumdadır.
Bugün "tıbbi genetik" bilgi sayesinde sağlanan bazı hastalıkların nedenleri ve erken tanınması ile birlikte ortaya çıkan imkanların "müthiş" bir düzeye gelmesi ve daha anne karnında hatalı genlerin hatalı olmayanlarla değiştirilmesi yoluyla kesin etkili olacak "genetik tedavi" ulaşılmak istenen ilk hedeflerdendir. Genetikteki çok hızlı gelişme, yalnızca tıp alanıyla sınırlı değildir. İlaç şirketleri de, genetik mühendislikte araştırma-geliştirmeye giderek aratan oranlarda kaynak ayırmaktadır. Biyoteknolojinin tıp ve eczacılık dışındaki diğer hedefleri arasında tarım ve petrokimya alanlarında pek çok ürünün ucuza ve bol miktarda üretilmesini sağlamak bulunmaktadır. Genetik çalışmaların böylesine gelişme ve tüm toplumsal ve ekonomik alanlara yayılma eğilimi, "genetik araştırmaların ekonomisi"yle uğraşan "genomics" adlı yeni bir bilgi türü bile ortaya çıkarmıştır.
Ancak insan söz konusu olduğunda, genetik devrimdeki ve biyoteknolojideki tüm bu olumlu gelişmeleri gölgeleyen bazı soru işaretleri ve eleştiriler ortaya çıkmaktadır. Tüm bunların sonucu olarak geçenlerde aralarında ülkemizin de bulunduğu, İngiltere dışındaki 19 Avrupa ülkesi, araştırma amaçlı dahi olsa insan embriyosu üretimini ve kopyalanmasını yasaklayan bir anlaşma imzalamıştır. Bir zamanlar, örneğin matbaanın icadında olduğu gibi, bilimsel ve teknolojik gelişmelere, dinsel ve ahlaki nedenlerle din adamları karşı çıkarlarken bugün benzer gerekçelerle bizzat bazı bilimcilerin kendileri bilimsel etkinliğin sınırlandırılması gerektiğini savunmaktadırlar.
İnsanın en bilmecemsi yanı, davranışlarıdır. İnsanla ilgili her türlü bilmeceyi mutlaka çözme (!) azim ve kararlılığında olan genetik bilimciler, uzunca bir süreden beri, felsefenin ve beşeri bilimlerin yıllardır tartıştıkları konulara da el atmışlar; insanın (ve hatta toplumun) karmaşık davranışlarının genetik bakımdan açıklanabilmesi için bugüne kadar birçok araştırma yapmışlardır. Bazı fiziksel hastalıkların genetik nedenlere bağlı olarak ortaya çıktıkları kanıtlanalı beri, önce ruhsal hastalıkların daha sonra işsizlikten çapkınlığa, homoseksüellikten toplumsal şiddete kadar tüm etik, politik, ekonomik sorunların nedenleri DNA dizilimlerinde aranmaya, insanı her türlü davranışının sorumluluğundan muaf tutmaya çalışan bir gayret başlamış, bir nükleotid'in değişimiyle bu sorunların düzelebileceği şeklinde hayaller kurulmuştur. Bu hayal ticaretinin kışkırtılmasında medyanın rolü hiç de azımsanmayacak bir ölçüdedir.
Genetik devrimin ve biyoteknolojinin önemi, hem gelişmiş ülkelerin hükümetleri hem de uluslar arası büyük şirketler tarafından çoktandır kavranılmış, bu alanda çok ciddi yatırımlar yapılmıştır. Tüm bunlar nedeniyle, zaten eskiden beri gündelik yaşamda büyük ve büyülü etkiye sahip olan kalıtım ve soyaçekim sorunu, bu kez bilimsel bilgi ve teknolojideki gelişmelerin sonuçları olarak ilerideki günlerde hiçbirimizin kayıtsız kalamayacağı biçimde önümüze gelecektir. Bilgiler yenilenmeli, tüm toplumsal yaşamı derinden sarsacak olan durumlara ve tartışmalara hazır olunmalıdır.

İnsan, diğer canlılardan ne kadar farklı?
Diğer canlılardan farklılığımızı ortaya koyabilmek için düşünürler, bizim "konuşan", düşünen", "gülen", "politik davranan", "üretim araçları yapan" "hayvan" olduğumuz şeklinde formüller öne sürmüşlerdir. İnsanın diğer canlılarla karşılaştırıldığında ilk bakışta göze çarpan yanı, onun karmaşık ve zengin yapıya sahip olduğudur. Biz insanlar yaşayan bir organizma olarak, yaşam döngümüzün her aşamasında, hem doğuştan getirdiğimiz genetik mirasa hem de çevresel etkenlere bağlı bir biçimde görünüm ve davranış olarak farklılaşır dururuz. Bu farklılaşan özelliklerimizin bazıları, örneğin aramızdaki zengin duygusal ve düşünsel iletişimi sağlayan dil gibi, diğer canlılarda olmayan yalnızca bizim türümüze özgü kimi niteliklerdir. Saldırganlık ve şefkat gibi kimi tutum ve davranışlarımız ise, ilk bakışta diğer canlı türlerinde de bulunabilen özellikler olarak görünmektedirler. Gerek insana özgü gerekse de insana özgü olmayan bu geniş ve zengin davranış, duygu, düşünce dünyasının neye göre belirlendiği, nasıl şekillendiği sorusu insanlığın sorduğu en temel sorulardan birisidir.
İnsanın davranışlarını nelerin belirlediği sorusunun cevabı ahlakla, bilimin kesiştiği bir yerde bulunmaktadır. Düşünce ve dinler tarihi, bu sorunun cevabıyla ilgili tartışmalarla doludur. İnsan davranışlarına yüzeysel bir bakışla yaklaştığımızda onları, büyük ölçüde kişilik özellikleri, dünya görüşü gibi etkenlerin belirlediği sanabiliriz. Bunları nelerin belirlediği sorusu ise, bir süreden beri bilimin temel ilgi alanlarından birisi haline gelmiştir. Önceleri bu soruyu gündemine doğrudan almasa da, günümüzde ulaştığı birikimle genetik bilimi, insanın kalıtsal yanını araştırarak bu soruya bir ölçüde cevap bulmaya çalışıyor. İnsanın biyolojik ve bedensel yapısını, ebeveyninden miras olarak aldıkları ne ölçüde belirlemektedir sorusuna oldukça net sayılabilecek cevaplar verdiği söylenebilen genetik, şimdi de bu miras olarak aktarılanların davranışlarımıza ve ruhsal yapımıza olan etkilerini araştırmakta, yeni ve çoğu zaman sansasyonel tezler öne sürmektedir.
Son 150 yıldır yapılan bilimsel araştırmalar, insan dışındaki canlılarda kuşaktan kuşağa aktarılan türler arası ve tür içinde gözlenen farklılıklardan çoğunlukla kalıtsal etkenlerin sorumlu olduğunu göstermiştir. Ancak söz konusu olan insan varoluşu olduğunda, bu kadar kolay çıkarımlar yapılamamaktadır. Bugün bilim çevrelerinde genel olarak kabul gören yaklaşım, insan varoluşunun karmaşıklığı ve zenginliği dolayısıyla basitçe genlerin etkisiyle açıklanamayacağı ama genleri hesaba katmadan da bir insan olarak potansiyellerimizin ve zayıflıklarımızın biyolojik-bedensel temellerini anlayamayacağımızdır.
İnsan organizmasını belirleyen en önemli etkenlerden birisini, atalarımızdan kalıtım yoluyla devraldığımızın pek tartışılacak yanı yok gibidir. Tartışma, daha çok bu mirasın sonradan çevresel-kültürel etkenlerle ne kadar değişikliğe uğradığı ve ne ölçüde davranışlarımızda etkili olduğu konusunda çıkmaktadır. Atalarımızdan bize kalan mirasın yalnızca dış görünüşümüzü ve beden yapımızı değil, ama aynı zamanda, belli ölçülerde kalmak koşuluyla ruhsal özelliklerimizi (kişiliğimiz, huylarımız, tutumlarımız) de etkilediği genellikle kabul edilmektedir. Hatta Noam Chomsky gibi bazı ünlü dilbilimcilerin, insanın dili kullanma potansiyelinin bile genetik olarak aktarıldığı ve doğuştan getirildiği şeklindeki kanaatleri saygıyla karşılanmaktadır. Ama genetik mirasın etkisi konusunda ortaya çıkan bu geniş fikir birliği, çevresel-kültürel etkenlerin rollerinin küçümsenmesine yol açmamaktadır. Yine bugün kabul edilen görüşe göre, doğum öncesinden başlayarak ölene dek çevresel etkenlerin genetik mirasımızı, hatta yalnızca davranışsal olanlarını değil, biyolojik olanlarını bile, etkilemekte ve dönüştürmektedir.
Bilim dünyasında bedensel-biyolojik ve ruhsal-davranışsal yapımızı birlikte şekillendiren bu faktörlerin genetik-kalıtımsal olanlarına "doğuştan getirdiklerimiz", çevresel-kültürel etkilerle oluşan özelliklere "sonradan kazandıklarımız" denilmektedir. Bu yazıda "sonradan kazandığımız" çevresel-kültürel etkenler ve bedensel-biyolojik yapımız üzerinde değil de, daha çok "doğuştan getirdiğimiz" genetik-kalıtımsal faktörlerin ruhsal-davranışsal yapımız üzerindeki etkilerini ele alacağız. Böyle yapmakla, genetik devrim ve biyoteknoloji alanındaki gelişmelerin bizi sürükleyeceği tartışmalarda, genetik ve davranış ilişkisi konusunda gerekli temel bilgi donanımının elde edilmesine katkıda bulunmayı amaçlıyoruz. Onları bu yazı dolayısıyla şimdilik dışarıda tutmamız, hiçbir şekilde çevresel-kültürel etkenlerin davranışlarımızdaki rollerini küçümsediğimiz şeklinde anlaşılmamalıdır.
"Doğuştan getirdiğimiz" genetik miras mı yoksa "sonradan kazandığımız" kültürel-çevresel etkenler mi davranışlarımızın şekillenmesinde önem taşırlar tartışmasının, bilim dünyasında birçok başka tartışmada uzantıları bulunmaktadır. Bunların başında ünlü "doğa mı, yetiştirme mi" (nature-nurture) ya da "içgüdü mü, öğrenme mi" tartışmaları gelmektedir.
Doğaya karşı yetiştirme; İçgüdülere karşı öğrenme
İnsanın bazı özellikleri tamamıyla kalıtımsaldır, yani ona doğuştan verili özelliklerdir. Örneğin göz rengimiz, burnumuzun şekli, parmaklarımızın sayısı gibi birçok bedensel özelliğimiz hemen tamamıyla kalıtım tarafından belirlenmektedir. Bazı özelliklerimiz ise tamamıyla çevreseldir: Saçımızı kestirme biçimimiz, konuştuğumuz dilin türü, giyinme biçimimiz gibi. Çoğu özelliğimiz içinse böyle net bir ayrım yapabilmek oldukça güçtür; onlar, her iki grup etkenin karşılıklı etkileşimi sonucunda ortaya çıkarlar.
İnsan davranışları, her ne kadar kavramlar içerikleri konusunda bir fikir birliği bulunmasa da, öteden beri içgüdüsel ve öğrenilmiş olarak ikiye ayrılırlar. Bu ayrımda içgüdüsel davranışlar üzerinde doğal-genetik etkenlerin, öğrenilmiş davranışlar üzerinde ise yetişilen çevre ve kültürün daha çok rol oynadığı ve onları belirlediği kabul edilmektedir. İçgüdüsel davranışların daha çok hayvanlarda olduğu, insanda çok az bulunduğu veya insanın gerçek anlamda içgüdüsel denebilecek hiçbir davranışı olmadığı ileri sürülmektedir. Ancak yapılan çalışmalar ve gözlemler, hayvanlarda olduğu gibi tam olarak belirlenmiş olmasa da insanlarda da en azından eğilim (trait) diyebileceğimiz şekilde türe özgü kimi davranış kalıpları olduğunu göstermiştir.
İçgüdüsel davranışlar üzerine olan bu tartışmalar yıllardır sürüp gitmektedir. 19. yüzyıl sonlarından bu yana, hayvanların karmaşıklık düzeyi ile içgüdüsel davranışlar arasında bir ters orantı olduğu, yani gelişmişlik düzeyinin artışıyla içgüdüsel davranışların azaldığı, özellikle alt sınıf hayvanlarda ise bu tür davranışların fazla olduğu konusunda bir anlaşma sağlanmış gibi görünmektedir. Ancak bu tarihsel açıklamaların çoğu, araştırma sonucu saptanmış bulgulara dayanmamakta, henüz "bilimsel önyargı" düzeyinde bulunmaktadır.
Modern bilimsel yöntemlerle bu konunun araştırılması, 19. yüzyılın sonlarında Charles Darwin'le başlamıştır. İngiliz bilim adamı Darwin, 1859'da yayınlanan ünlü kitabı "Türlerin Kökeni" ile , daha önce kimi felsefeciler tarafından ortaya konulan "doğal ayıklanma" görüşüne dayanarak türlerin gelişimini açıklamayı denedi. Darwin türlerin evrimiyle ilgili çalışmalarında, insanın evrimi ile basit hayvanların evrimi arasında çok keskin bir kopukluğun ya da süreksizliğin olmadığını söylemiştir. Bundan dolayı Darwin ve yandaşları, hayvanlardaki davranışların sadece içgüdülerle değil, tıpkı insanlardaki gibi temel yorumlayıcı zihinsel etkinliklerle ortaya çıktığını öne sürmüşler, aynı şekilde insanın ve basit hayvanların ortak evrimsel süreçten geçtiğini, temel içgüdüsel davranışların insanda da yer aldığını ilke olarak kabul etmişlerdir.
Darwin'in bu görüşlerine paralel olarak hemen hemen onunla çağdaş olan ruhbilimci Sigmund Freud, tüm normal ve normal dışı insan davranışlarının genetik olarak belirlenen iki temel içgüdünün etkisiyle çıktığını savunmuştur: Bunlar, yaşam içgüdüsü (libido-Eros) ve saldırganlık-ölüm içgüdüsü (destrudo-Thanatos)'dür. Freud, bu iki temel içgüdünün doğuştan geldiğini tüm insanlarda ortak olduğunu ve insanın ruhsal yaşamını ve davranışlarını belirleyen temel organizasyonun bu iki gücün etkisi altında biçimlendiğini söylemiştir. Bir sosyal psikolog olan William Mc Dougall ise insanın, Freud'un sandığı gibi yalnızca iki değil, kaçma, tiksinme, kavgacılık, toplumsallık vs.. gibi en azından bir düzine içgüdüye sahip olduğunu savundu.
İnsanın içgüdüsel davranış teorisi, John Watson ve takipçisi davranışçı bilimciler tarafından reddedildi. Watson ve öğrencileri, davranışın tamamen doğuştan programlanmış ve öğrenilemez olduğu fikrine karşı çıktılar. Bazı davranışçılar ise, alt sınıf hayvanlarda programlanmış ve öğrenilemez küçük, tekrarlayıcı davranışların olduğunu söylemelerine rağmen; gelişkin türlerde davranışın içgüdüsel olmadığını ve hemen her davranışın öğrenilmiş olduğunu savundular. Bu bilimciler, iyi kontrol edilen çevresel koşulların olduğu ortamlarda bile beklenmedik, küçük bir çevresel uyarının bazı öğrenilmiş davranış kalıplarına yol açtığını deneyleriyle göstermeye çalıştılar. Bunlar arasından daha da ileri giden bazıları ise, bırakın davranışları, bazı temel reflekslerin bile öğrenme ve deneyim sonucu ortaya çıktığını öne sürdüler. Onlara göre, Freud ve Mc Dougall gibi davranışların içgüdüsel olduğunu söyleyen bilim adamlarının teorilerini ispatlama şansları yoktu zira teorileri deney ve gözlemlere uygun değildi. Onlara göre, zihin, gözlenebilir davranışın ta kendisiydi; içgüdü teorisyenlerinin gözlemle değil, masa başında düşünerek analizle ortaya çıkardıklarını ileri sürdükleri ve zihnin içsel mekanizmaları diye ilan ettikleri şeyler, gözlemlenemediklerinden deneysel olarak da ispatlanamazlardı. Davranışçılar, bir yaklaşıma gerçekten bilimsel denilebilmesi için davranışın gözlenebilir ve deneysel olarak müdahale edilebilir olması gerektiğini söylüyorlardı.
Davranışçılar, 1920 ve 1950'li yıllarda, özelikle ABD'nde, insan davranışının biçimlenmesinde sonradan kazanılan, öğrenilen yanına dikkat çekerlerken bu sırada Konrad Lorenz ve Nikoloas Tinbergen gibi Avrupa'lı zoolojistler, dikkatlerini doğal koşullarda ortaya çıkan hayvan davranışlarının mekanizmaları üzerinde odakladılar. Yeni doğan hayvanların davranışlarını incelediler ve doğuştan gelen tekrarlayıcı gözlenebilir motor hareketlerin içgüdüsel kökeni konusunda biyolojik araştırmalar yaptılar. Çeşitli hayvan türleri üzerine yaptıkları araştırmalar, içgüdü teorisi ve davranışcı teori arasında kısmi bir uzlaşma sağladı. Sonuç olarak birçok hayvan davranışının ne çevreden hiç etkilenmeden, öğrenilmemiş içgüdüsel davranışlar olduğunu ne de tamamıyla çevreden etkilenmeye açık öğrenilmiş davranışlar olduğunu ortaya koydular. Kendilerine etholog denen ve "etholojist ekol" adını alan bu bilimciler, birçok hayvanın genetik yapısının, dıştan ve içten gelen etkilerle şekillenen davranışlar çıkardıklarını savundular. Bu araştırmalardan bazıları oldukça ün kazandı.
Bunlardan birisinde Konrad Lorenz, yumurtadan yeni çıkan ördek yavrularının nasıl olup da hemen hangi ördeğin annelerini olduğunu bilerek, onu takip etmeye koyulduklarını ve onların çağrılarına cevap verdiklerini inceledi. Lorenz, ortaya koydu ki, ördek yavruları bu becerileri, deneyim yoluyla ancak çok özel bir biçimde öğrenmektedirler. Ördek yavruları, anne diye ilk gördükleri orta boylu ve hareket halindeki şeyin peşi sıra gitmektedirler ve zaten normalde de bu orta boylu ve hareket halindeki şey anne olmakta, böylelikle bu konudaki içgüdüsel bilgi de yavrular için bir avantaj oluşturmaktadır. Lorenz'in deneyinde de ördek yavruları kuluçka makinesinden çıkar çıkmaz gördükleri ilk hareket eden nesne olarak araştırmacı Lorenz'i anneleri kabul edip onu takip etmeye başlamışlardır. Lorenz'i anneleri olarak belleyen yavrular, araştırmacının sonradan ortama getirdiği gerçek anneleriyle hiç ilgilenmemişlerdir. Daha sonra yapılan araştırmalarda da yavru ördeklere doğru boyutta ve hareket halinde her nesneyle etkilenim yaptırılabileceği ortaya çıkmıştır. Bir grup yavru ördek, iple çekilen büyük bir balonu bile anneleri olarak kabul etmişlerdir. Ancak bu özel etkilenimin oluşabilmesi için doğru uyaranın uygun zamanda verilmesi gerekmektedir. Doğdukları günlerde çevrelerinde uygun boyutta hareket halinde bir cismin hareket etmemesi halinde, yavru ördekler, hiçbir şeyi anneleri olarak kabul etmeyeceklerdir. Yavruların içgüdüsel bir biçimde, doğuştan bildikleri şey, hareket halinde ve;mso-bidi-font-size:13.5pt;font-family:Arial">Bu alanda bir başka ünlü çalışma Tinbergen'in yumurtadan yeni çıkan ringa martılarıyla yapmış olduğudur. Yumurtadan yeni çıkan martı yavruları, annelerinin gagasını gagalayarak ondan yiyecek almak zorundadırlar. Yavru martı, yalnızca gagaladığında beslenebilir aksi takdirde örneğin kör yavrular, açlıktan ölmeye mahkumdurlar. Tinbergen, çalışmasında bu doğuştan gelen tepkileri harekete geçiren şeyin ebeveynin gagasının ucundaki kırmızı nokta olduğunu göstermiştir. Yavru martı, ona üzerinde böyle bir nokta bulunan kartondan yapılmış bir gaga gösterdiğinizde bunu gagalamaya başlayacak, üzerinde bu noktanın bulunmadığı kartonu ise gagalamayacaktır.
Tinbergen'in bu çalışmasının yorumu da tıpkı Lorenz'in çalışması gibidir: Doğuştan getirilen içgüdüsel bilgilerin varlığı kesin olmakla birlikte, onların davranış olarak yaşama geçmesini sağlayan şey, çevresel etkenler yoluyla edinilen deneyimdir.

Ethojinin insan davranışının açıklanmasına katkıları
Etholojik araştırmaların insan davranışı incelemelerine etkisi, iki yönden olmuştur. Bunlardan birincisi, etholojik araştırmalardaki genetik faktörün önemini öne çıkartan sosyobiyoloji alanındadır; ethologların hayvan davranışı incelemelerinden yola çıkan sosyobiyologlar, evrim konusunda Darwin'in bakışından oldukça farklı bir yaklaşım geliştirdiler. Onlara göre, evrimin amacı soyun sürekliliğini sağlamaya yöneliktir; birsoyun üyesinin davranışlarına soyunu korumaya ve onun sürekliliğini sağlamaya yönelik, "soy seçici" içgüdüler yön verirler. Bu soy seçici tutumlar, insan davranışlarının da temelini oluşturur. İnsan davranışlarını da genetik olarak getirdikleri, soyu korumaya yönelik içgüdüsel tutumlar belirlemektedir; kültürel ve öğrenme yoluyla ortaya çıktıkları sanılan tüm insan etkinlikleri aslında, içgüdüsel olarak insan türünün sürekliliğini sağlamaya yönelik faaliyetlerdir.
Etholojinin insan davranışının açıklanmasına ikinci etkisi ise, sosyobiyolojinin tam tersine, anne-bebek ilişkisinin önemini öne çıkartan bir şekilde olmuştur. Harlow'un maymunlarla yıllar süren araştırmalarının sonucunda, maymunlarda anne-bebek ilişkisinin onların sonraki yaşamlarında nasıl bir ruhsal ve toplumsal gelişme göstereceklerini belirlediği kanaatine varması ve ardından bu kanaatinin tüm memeliler için geçerli olduğunu söylemesi, çocuk ve erişkin psikiyatrisi üzerinde derin etkiler yaratmıştır. Başta John Bowlby olmak üzere etholojiden etkilenen psikiyatristler, erişkin yaşamda ortaya çıkan birçok ruhsal rahatsızlığın anne-bebek ilişkisindeki toplumsal-duygusal bağın ve güvenli bağlılık ilişkisinin yeterince gelişmemesiyle ilgili olduğunu öne sürmüşlerdir.
Şüphesiz ethologların bu ve benzeri birçok deneysel sonuçlarına, hayvanlardan elde edilen sonuçların insanlara genellenemeyeceği söylenerek karşı çıkılabilir. Bu eleştiride bir haklılık payı vardır. İnsan yavrusu, hayvanlarda olduğu gibi, dünyaya ayrıntılı içgüdüsel tepki mekanizmalarıyla gelmemekte; oldukça bağımlı ve çaresiz bir durumda bulunmaktadır. Kaldı ki, yaşamları boyunca pek bir şey öğrenmelerine gerek olmadan içgüdüsel bilgileriyle var kalabilen hayvanlardan ayrı olarak, insan bilgisinin pek çoğunu öğrenerek elde eden ve bunları içgüdüleriyle değil aklıyla yapan bir varlıktır. Ama insan ve hayvan arasındaki tüm bu farklılıklar yine de insan zihninin doğum sırasında, bazı filozofların sandıkları gibi, boş bir levha (tabula rasa) olmadığı; belli uyaranlara karşı doğuştan gelen tepkilerden tümüyle mahrum kaldığı anlamına gelmemektedir. Örneğin, yeni doğan bebek, emme tepkisini nasıl göstereceğini bilmektedir. Aynı şekilde, yeni doğan bebekler, etrafındakileri elleriyle nasıl kavrayacaklarını bilirler; yani dokunuşla ilgili uyaranlara nasıl tepki vereceği konusunda programlanmışlardır.

Davranışlarımızdaki kalıtım mirasının alt-yapısı

Bir tür olarak genetik yapımızı kromozom adını verdiğimiz insanı oluşturan en küçük birim olan hücrenin çekirdeğinde yar alan 46 adet düz bir şekilde sıralanmış gen veya kalıtım ünitesi oluşturur. Bu gen topluluğunun sayı ve yapısı hem tür içinde hem de türler arasında farklılıklar gösterir. Türler arasındaki farklılıklardan ayrı olarak tür içindeki farklılıklar da, belli ölçülerde genetik etkenlere bağlıdır; yani örneğin insan türündeki her bireyin cinsiyet, boy, zeka gibi birçok fiziksel ve ruhsal eğilimi en azından şu ya da bu ölçüde genetik kontrol altındadır. İnsanlar arasında sadece tek yumurta ikizlerinde bu genetik yapı birbirinin aynısıdır.
Genlerin varlığını ilk kez 1865'de Moravya'lı bir rahip olan Gregor Mendel adlı bilim adamı ortaya attı. Mendel, bitkilerin melezleşmesiyle ilgili gözleme dayalı deneyler yapana kadar, soyaçekim, anababa özelliklerinin çocuklarda ve sonraki nesillerde rastgele aktarıldığı bir durum olarak biliniyordu. Mendel'in ünlü deneyleriyle birlikte, soyaçekimin gen adı verilen birimlerin belli bir uygunlukta bir araya gelmesinden oluştuğu anlaşıldı. Ancak tür özelliklerinin nesilden nesile aktarılmasının ayrıntılı mekanizmalarının bilinmesi oldukça yenidir. Mendel'in bu fikri yaklaşık 35 yıl unutulduktan sonra 1900'lerin başında önemi farkedilmeye başlandı. 20. Yüzyılın başında öncelikle genleri taşıyan renkli cisimler, kromozomlar saptandı. Özellikle insan genetiğiyle ilgili bilgilerin gelişiminde ise, 1956'da J.H. Tijo ve A. Levan'ın insanda 23 çift kromozom olduğunu belirlemeleri önemli bir rol oynadı. Bugün artık bilinmektedir ki, nesilden nesile geçiş, gen adı verilen, kromozomlar üzerinde yerleşmiş organik birimler aracılığıyla olmaktadır ve kromozom sayıları türlere göre değişiklik göstermektedir. Kromozom sayısının türün gelişmişliği ve karmaşıklığıyla bir ilişkisi yoktur. Örneğin tavuklarda 78 kromozom vardır. Yine artık, yeni bir organizmanın cinsiyetinin ve saç ve göz rengi gibi fiziksel özelliklerinin genetik kurallara göre olduğu; bu geçişin kromozomlardaki DNA moleküllerinin içerdiği aminoasitlerin kendi aralarında değişik biçimlerde bir araya gelerek oluşturdukları genetik şifreye göre sağlandığı; genetik geçiş sırasında kromozom hatalarının ve bazı sakat genlerin geçişine bağlı olarak genetik hastalıkların ortaya çıkabilecekleri bilinmektedir. Normalde genler aşırı derecede sağlam ve değişmez niteliktedir ve hücre bölünmesi esnasında tam bir kopyalarını üretirler. Bu kopyalama esnasında olabilecek değişiklikler genellikle zararlıdır. Evrim kuramı kopyalama esnasında nadiren olabilen bu değişikliklerin (mutasyon) olumlu olanlarına dayanmaktadır.
Genler, kimyasal olarak deoksiribonükleik asit (DNA) denilen yapılardan oluşurlar. Bu DNA yapılarında insan bedeninde yer alan çeşitli yapısal proteinlerin kalıpları bulunur. Yani proteinler, bu DNA dizileri aracılığıyla üretilirler. Yalnız işin ilginç yanı, herhangi bir anda bir insanda DNA'lardan oluşan genlerdeki bu materyalin yaklaşık %1' i protein sentezine aracılık etmektedir. Yani insanın genetik materyalinin hepsi kullanılmamakta, bir kısmı belli özel koşullar altında çalışmaya ve ifade edilmeye başlamaktadır. İnsanın davranışlarıyla ilgili ana biyolojik sistem olan merkezi sinir sisteminin gelişimini düzenleyen genlerin kesin sayısı bilinmese de bazı bilim adamları insandaki tüm genetik materyalin yaklaşık 1/3 ünün bu iş için ayrılmış olduğunu saptamışlardır. Bunun anlamı, insan kromozomlarında yer alan yaklaşık 50 bini aşkın genin en az 15 bin ila 20 bininin merkezi sinir sisteminin oluşumu ve işlev görebilmesi için çalıştığıdır. Yani davranışın meydana gelmesinde aracılık eden sinir hücrelerinin hem oluşumu hem de aralarındaki iletişiminin sağlanması, sürekliliği ve düzenlenmesi için gerekli proteinlerin sentezini, sonsuz sayıda değişkenlikle dizilmiş DNA birimlerinden oluşan genlerin bir kısmı yönetmektedir.
Moleküler biyolojideki son gelişmeler davranışın genler tarafından bire bir kodlanmadığını ortaya çıkarmış; "tek gen=tek davranış" şeklinde bir bağlantı olmadığı anlaşılmıştır. Genler, davranışın ortaya çıkmasından sorumlu sinir hücresi topluluğunun hem yapısal hem de metabolik işleyişinden sorumlu olan proteinlerin sentezi için gerekli kodları içermektedirler. Belli genleri dönüştürülerek, yapısı değiştirilmiş hayvanların öğrenilmiş davranış kalıplarında bozukluklar ortaya çıktığı bugün bilinen bir gerçektir. Yapılan incelemelerde, o genin veya genlerin yapımından sorumlu oldukları biyolojik bakımdan aktif maddelerin eksikliğine veya hatalı işleyişlerine bağlı olarak ilgili sinir hücrelerinde metabolik ve fonksiyonel bozukluklar saptanmıştır.
Sinir hücreleri arasındaki kavşaklarda davranışın boyutunu belirleyen biyolojik olarak aktif moleküllerin (serotonin, dopamin, norepinefrin vb..) sentezi, yıkımı, miktarları, genler tarafından kodlanan enzimler sayesinde olmaktadır. Ayrıca genler hormonlar ve hormon benzeri düzenleyici moleküllerin kodlarını da taşımaktadırlar.

Davranışta kalıtımın rolünün kanıtları
İnsan davranışının ortaya çıkması için gerekli alt-yapının hazırlanmasında ve işleyişinde büyük bir öneme sahip oldukları artık kabul edilmekle birlikte, genlerin insanın toplumsal davranışının belirlenmesinde ne gibi bir rol üstlendikleri henüz yeterince bilinmemektedir. Maymunlarda yapılan bir çalışmada, yeni doğan maymunlar, annelerinden ve diğer maymunlardan ayrılmışlar ve verecekleri tepkileri ölçmek üzere, onlara birçok fotoğraf gösterilmiştir. İlginç olan, yeni doğan maymunların yalnızca maymun içeren fotoğraflara yoğun ilgi göstermeleridir. Yeni doğan maymunlar, on haftalık olduklarında, korkutucu maymun resimlerine bile yoğun ilgilerini sürdürmekte ama yaşları daha da büyüdüğünde korkutucu maymun resimlerinden rahatsız olmaktadırlar. Bu deneyden çıkan sonuç, maymun türlerinde doğuştan gelen ama sonradan serbest bırakılan bazı davranış kalıplarının olduğudur.
Genetik donanımın insanın davranışlarındaki rolünün bilinememesinde işte bu tür hayvanlarda yapılan cinsten deneyler yapma imkanının bulunmamasıdır. Bu nedenle, genetik yönden ayrıntılı çalışmalar yapılmadığı halde, kültürden kültüre farklılıklar gösteren evlilik, din ve bağlılık, biçimleri gibi davranışların öğrenilmiş ve kültüre özgü oldukları genel kabul görmüştür. Genetikçileri hem çileden çıkaran hem de yeni araştırmalar için güdüleyen, insan araştırmalarının sınırlılığı ve bu tip kültürcü önyargılardır. Çünkü onlar, her şeye rağmen insan davranışında doğuştan gelen kalıtsal kalıpların rolüne işaret eden bazı gözlemler olduğu kanaatindedirler. Bu gözlemler, bazı insan davranışlarının evrensel olması, hangi kültürde olursa olsun her insanda aynı kalıpta ifade edilmesi; maymun deneyinde olduğu gibi insanlarda da, özgül bir uyarana aynı tekrarlayan davranış kalıplarının bulunması; insanlarda da öğrenilme şansı olmayan motor tekrarlayıcı davranışların olması gibi gözlemlerdir.
Örneğin doğuştan kör bebeklerde yapılan gözlemlerde bu bebeklerin mimikleri öğrenme şansının çok çok az olduğu göz önüne alındığında şu sonuçlara varılmıştır. Bu bebeklerin mimikleri normaldir. Ayrıca kör bebeklerin gören bebekler gibi gülümsemeyle karşılık verdikleri sesin kaynağına doğru baş ve gözlerini çevirmeleri doğuştan gelen bu davranışların öğrenmeden çok az etkilendiğini düşündürmektedir.
Yine örneğin, derin tendon refleksleri, göz kırpma refleksi gibi motor davranışlar; açlık, susuzluk, seks gibi güdüsel davranışlar tüm insanlarda evrenseldir. Kültürden kültüre şiddeti değişmekle birlikte tüm insanlar sosyal ilişki ve duygusal tatmin ararlar. Kızgınlık, sevinç, üzüntü gibi duygusal tepkilerin mimiklerle anlatımı evrensel özellikler taşır. Büyük olasılıkla bunlar doğuştan getirdiğimiz, genetik olarak programlı davranışlardır.
İnsanda da sabit hareket dizeleri şeklinde tekrarlayıcı davranışlar vardır. Korkma, gülme, bu gibi davranışlara örnektir. Yeni doğan bebeklerde gülme davranışının erken dönemlerde bir çift göz imgesine karşı oluşan, özgül uyarana karşılık olarak yapılan, tekrarlayıcı ve aynı kalıbı gösteren davranışlar olduğu saptanmıştır. Çocuk büyüdükçe yüzün diğer detaylarına karşı da gülme davranışı oluşmaktadır.
Tüm bunlar, insan davranışında genetik geçişin varlığını destekleyen gözlemlerdir. Ama her şeyden önce, bu gözlemleri pekiştiren, yukarıda sunduğumuz davranışın genetik alt-yapısı alanındaki bilimsel bilgimiz, yani zihin ve davranışın beynin bir ürünü olarak ortaya çıkmasının, beynin işleyişinin de genetik faktörlerden etkilenmesinin kaçınılmaz olduğunun bilinmesi, genetik araştırmalar için tetikleyici etmenlerdir.
Ahlaki engeller yüzünden insan davranışının genetik nedenleri konusunda ayrıntılı ve sistemli araştırmalar yapılamaması bir bilimsel bilgi boşluğu yaratmakta, bu boşluk hem kültürcü hem genetikçi aşırı fikirler tarafından doldurulmaktadır. Bu ahlaki engellerin kaldırılıp kaldırılmaması, bir başka tartışma konusudur ancak açık olan durum, insan davranışının kalıtımsal yönleri konusundaki bilgi boşluğunun ve ideolojik önyargıların ortaya çıkmasında bu engellerden kaynaklanan bilgi boşluğunun çok önemli bir yeri olduğudur.
İnsanın toplumsal davranışının genetik belirleyenlerini bilimsel olarak saptama olanağı olmayınca, bu tartışmanın sürdürülebileceği en verimli alan olarak karşımıza insan davranışının bir biçimde ve belli ölçülerde bozulduğu ruhsal rahatsızlıklar çıkmaktadır. Çünkü ruhsal rahatsızlıklar sırasında şöyle ya da böyle beynin zihni ve davranışı düzenleyici işlevleri bozulmakta, şüphesiz bu işlevlerin ortaya çıkmasında, insanın genetik donanımı önemli rol oynamaktadır.

Ruhsal rahatsızlıklar ve kalıtım
Bugün tıbbın alanına giren birçok rahatsızlıkta, belli ölçülerde nesilden nesile geçiş olduğunu biliyoruz. Bu gerçek, ruhsal rahatsızlıklar için de geçerlidir. Ruhsal rahatsızlıklarda kalıtımın rolünün gösterilebilmesi için, ruhsal rahatsızlığı olan ailelerdeki soy ağacı, ikizler, birbirlerinden farklı yerlerde büyütülmüş kardeşler (evlatlıklar) incelenmekte, bu incelemeler kalıtımın rolüne işaret ettiğinde doğrudan doğruya genetik geçişi sağlayan etkeni bulmaya yönelik çalışmalar yapılmaktadır. Hemen söylemek gerekir ki, bugüne kadar doğrudan genetik geçişe bağlı olduğu kanıtlanmış olan bir ruhsal rahatsızlık yoktur. Ancak yaygınlığı saptamaya yönelik incelemelerde, birçok ruhsal rahatsızlığın toplumda genetiğin rolünü düşündürecek bir dağılım gösterdiği fark edilmekte, bu tabloyu açıklamaya yönelik kuramlar öne sürülmektedir. Örneğin çoklu-genetik geçiş kuramına göre, ruhsal rahatsızlıklarda, genetiğin rolü, diğer genetik hastalıklarda olduğu gibi tek bir gen üzerinden değil, birçok genin etkisiyle olmaktadır. Ruhsal rahatsızlıkların birinci derecede akrabalarda fazla görüldüğü halde, doğrudan genetik bir geçişten söz edilememesinin nedeni budur.
Bu yazıda gerek bu konuda bir fikir vermek gerek evlilik, çocukların durumu, diğer aile bireylerinin kendilerine yönelik kaygıları gibi sorunlara kısmen açıklık getirebilmek için toplumda en sık rastlanılan bazı ruhsal rahatsızlıklar ele alınacaktır.

Şizofreni
Genetikle ilişkisi üzerinde en çok çalışılan, hem hasta bireyi, hem ailesini hem de toplumu birçok bakımdan güç durumda bırakan ruhsal rahatsızlık olan şizofreni örneğini incelediğimizde konuyu daha kolayca anlayabiliriz. Bireyin ruhsal yapısında ortaya çıkardığı yıkım nedeniyle, en ağır ruhsal rahatsızlıklardan biri olan ama tedavisinde oldukça belirgin umutlar bulunan şizofreninin toplumda görülme sıklığı %1'dir. Şizofrenik bireylerin kardeşlerinde hastalığın görülme sıklığı %8, şizofrenik ebeveynin çocuklarında görülme sıklığı sadece bir ebeveyn şizofrenikse %12; her iki ebeveyn de şizofrenikse %40 dır. Şizofrenik bir bireyin eş yumurta ikizinde şizofreni görülme sıklığı ise %48' e kadar yükselmektedir. Aslında özellikle birbirlerinden doğumdan itibaren farklı yerlerde büyütülmüş eş yumurta ikizlerinin durumu, hastalıklarda genetik geçişin rolünün gösterilmesinde çok önemlidir. Bu önem şizofreni için yapılan çalışmalarda da fark edilmiş ve birisinde şizofreni saptanmış, eş yumurta ikizi olduğu ve ikizinin çok küçükken farklı çevrelerde büyütüldüğü bilinen kimselerde, ikizinde ve hem biyolojik hem evlatlık olma dolayısıyla ortaya çıkan akrabalarda çok ayrıntılı çalışmalar yürütülmüştür. Ancak tüm bu çalışmalardan bugüne kadar şizofrenide genetik geçişi gösterecek kesin bir sonuç elde etmek mümkün olmamıştır.
Şizofrenik hastaların kan bağı olan akrabalarında hastalığın görülme sıklığının artmış olması, işin genetik bir yanı olduğunu göstermektedir. Fakat unutulmaması gereken önemli bir nokta, kalıtımsal yapı ve beden özellikleri itibarıyla birbirinin aynı olan ikizlerde bile oranın %100 olmaması ve ancak %48' de kalmasıdır. Bu rahatsızlığın gelişiminde çevrenin de bir katkısı olduğunu düşündürmektedir.

İki uçlu (Bipolar)mizaç bozukluğu
İki uçlu mizaç bozukluğu, periyodik olarak gelen ya depresyon ya da mani ataklarıyla seyreden bir ruhsal rahatsızlıktır. Depresyon, üzüntü,karamsarlık, umutsuzluk, isteksizlik gibi belirtilerle seyreden bir ruhsal çökkünlük durumuyken manide çevreyi rahatsız edecek düzeyde neşelilik, çoşku, enerji, büyüklük düşünceleri görülür. Depresyon ve mani madalyonun iki yüzü gibi birbirlerine karşıt tablolar olduklarından rahatsızlığa iki uçlu mizaç bozukluğu denilmiştir. Bu rahatsızlık, genetik etkenin kendisini en belirgin olarak gösterdiği psikiyatrik tablo olarak kabul edilir. Çünkü bu hastalığı olanların birinci derece akrabaların yaklaşık üçte ikisinde değişik mizaç bozukluklarının ortaya çıktığı hem klinik gözlemler hem yapılan aile incelemeleri sırasında saptanmıştır. Hastalıktaki yüksek ailesel görülme oranları, moleküler genetik alanında birçok çalışmayı teşvik etmiş, hatta 1987'de hastalığın 11.ci kromozomun kısa kolundaki genetik bir hataya bağlı olarak ortaya çıktığı bile ileri sürülmüştür. Ancak bugüne kadar hsatalğın genetik geçişinin kesin bir kanıtı gösterilememittir.

Sosyal fobi
Sosyal fobi özelinde hem normal olarak karşılanan kimi ruhsal özelliklerin hem de ruhsal rahatsızlıkların nasıl aktarıldığını daha ayrıntılı olarak ele alma imkanına sahibiz. Çünkü sosyal fobi, "utangaçlık", "sıkılganlık" olarak bilinen normal ruhsal özelliklere oldukça yakın belirtilerle seyreden bir ruhsal rahatsızlıktır. Sosyal fobik hastalar, sosyal durumların çoğunluğunda (topluma karşı konuşma, insanlarla birlikte yemek yeme, genel tuvaletleri kullanma vb.) olumsuz bir şekilde incelendikleriyle ilgili gerçekle orantılı olmayan bir korkuya sahiptirler. Sosyal fobide kişi yabancılarla veya diğer bireylerin incelenmesiyle karşı karşıya kaldığı, sosyal veya performans durumlarında belirgin ve sürekli bir şekilde korku duyar. Sosyal fobinin temel özelliği, göreceli olarak küçük gruplarda diğer insanlar tarafından incelenme korkusu şeklinde belirlenmiştir. Son yıllarda yapılan çalışmalar bu rahatsızlığın eskiden sanıldığının aksine toplumda oldukça yaygın olduğunu göstermiştir. ABD'nde yapılan son çalışmalarda En sık görülen üçüncü ruhsal bozukluk olduğu saptanmıştır. Şimdi kalıtımın bu hastalıktaki rolüyle ilgili bilgileri inceleyelim:
Özgün olarak sosyal fobi tanısı almış hastaların ailelerinde yapılan çalışmalarda, sosyal fobisi olmayan kontrol grubuna göre, daha sık oranda sosyal fobi saptanmıştır. Son bir çalışmada yalnızca sosyal fobide değil, diğer tüm fobik bozukluklarda da ailesel yüklülüğünün her fobi için özgül olduğu saptanmıştır. Yani bir bireyde hangi tür fobi varsa onun ailesinde de o tür fobi görülme olasılığı diğer fobilere göre daha yüksektir. Aynı şekilde tek yumurta ikizlerinin her ikisinde de sosyal fobi bulunma olasılığı %24.4 bulunurken, çift yumurta ikizlerinde bu oran %15.3 olmuştur. Tek yumurta ikizlerinde oranın daha yüksek bulunması yine sosyal fobinin genetik bir bileşeni olduğunu göstermektedir. Ama tek yumurta ikizlerindeki bu oranın %100 olmaması, hastalıkta genetik olmayan etkenlerin de büyük ölçüde etkili oldukları anlamına gelmektedir.
Şimdi doğrudan bir rahatsızlık sayılmasa da kişilerde bulunduğunda onları oldukça rahatsız eden utangaçlık ve davranışsal ketlenme davranışının kalıtımsal yönü üzerinde biraz durarak, normal davranış dağarcığımızın oluşumunda kalıtımın rolünü bir parça aydınlatmaya çalışalım.
Yeni veya tanımadığı insanlar karşısında tedirgin ve çekingen tavır alma şeklinde tanımlayabileceğimiz utangaçlığın genetik geçişini incelemek için yapılan ikiz çalışmalarında tek yumurta ikizlerinde utangaçlık davranışı, çift yumurta ikizlerine göre birbirine daha benzer bulunmuştur. Bununla birlikte gerek ikiz incelemelerinden ve gerek evlatlık çalışmalarından elde edilen sonuçlara göre, utangaçlıkta genetiğin katkısı, çevresel etkenlerin rolünü düşündürecek şekilde orta düzeydedir.
Tanıdık olmayan ortamlara, insanlara, ve nesnelere karşı aşırı korku duyma olarak tanımlanan davranışsal ketlenmenin sosyal fobinin çocukluk çağındaki öncülü olduğu öne sürülmektedir. Yapılan bir çalışmada davranışsal ketlenmesi olan çocukların ebeveynlerinde sosyal fobi sıklığı %18 , davranışsal ketlenmesi olmayan çocukların ana babalarında ise hiç sosyal fobi saptanmamıştır. Bu çarpıcı farklılık, ailesel etkenlerin davranışsal ketlenmede önemli bir rol oynadığını düşündürmektedir.

Panik bozukluğu ve agorafobi
Panik bozukluğu, kendisini çarpıntı, nefes alamama hissi, terleme, titreme, baş dönmesi gibi ani bunaltı belirtileriyle ve ölüm ya da delirme korkusuyla gösteren ataklarla seyreden toplumda oldukça sık görülen bir ruhsal rahatsızlıktır. Agorafobi, genellikle daha önce panik atağı geçirmiş kişilerde görülen, kapalı yerlerde yalnız kalamama şeklinde ortaya çıkan bir başka bozukluktur. Her iki rahatsızlık da kadınlarda erkeklerden iki kat daha fazla görülür. Yapılan aile araştırmalarında hem panik bozukluğu hem agorafobisi olan kimselerin birinci derece yakınlarında bu rahatsızlığa yakalanma riskinin oldukça artmış (%50'ye kadar) olduğu saptanmıştır. Bu oranlar, rahatsızlıkta kalıtım etkeninin bir rolü olduğunu düşündürüyorsa da ikiz çalışmalarındaki oranların beklenenden çok daha düşük olması, bu olasılığı düşürmektedir. Zaten bugüne kadar, panik bozukluğunun gelişimini etkileyen genetik etkenleri belirlemek amacıyla yapılmış olan moleküler genetik tekniklerden de bir sonuç alınamamıştır.

Antisosyal kişilik bozukluğu
Yasa-dışı ve suça yönelik eylemlilikle seyreden antisosyal kişilik bozukluğu (sosyopati, psikopati), son yıllarda üzerinde en çok çalışılan rahatsızlıklardan birisidir. Son yapılan çalışmalarda çocukluk çağındaki bu türden antisosyal eylemler daha çok ailenin sosyal yapısıyla, yani çevresel etkenlerle bağlantılı iken yetişkin dönemdeki çalışmalarda tam tersine genetik-kalıtımsal yüklülük göze çarpmaktadır. Yine antisosyal gençlerde eğer aile ortamı çok disiplinli ve denetimli ise antisosyal eylemlerin ortaya çıkışı gecikmekte, gencin ailesinden ayrılıp kendi çevresini seçme özgürlüğünü elde ettiğinde antisosyal eylemler görülmektedir.

Zeka geriliği
İnsan davranış genetiğinin en tartışmalı alanlarından birisi de, zeka ile ilgilidir. Fakat ortada birçok belirsizlik olması nedeniyle zekanın genetiğinden daha önce zekanın ne olduğu ve nasıl ölçüldüğü üzerinde durmamız gerekmektedir.

Zeka nedir, nasıl ölçülür?
Zeka, kesin bir anlaşma olmamasına rağmen "problemleri çözmek, yeni şeyler öğrenmek, iyi düşünebilme yeteneği geliştirmek için genel zihinsel kapasite" veya "yeni durumlara karşı uyum yeteneği" olarak tanımlanmaktadır. Zekanın tanımlanmasında bunca güçlükler olsa da, herkes zeka diye bir zihinsel bir işlev olduğuna inanmaktadır; psikoloji bilimiyle uğraşanlar ise, fazladan olarak bu işlevin ölçülebilece?i kanaatindedirler.
XIX. Yüzyıl'ın sonlarında İngiltere'de Sir Francis Galton, evrim teorisinin de etkisiyle, insandaki kalıtımla geçen özellikleri, farklı zihinsel yetenekleri ve kişisel karakteristikleri ölçerek bulmaya girişti. Galton, öyle bir varsayımla hareket ediyordu ki, bireysel farklılıkları gösterebildiğinde, dolaylı olarak genetik etkeni de göstermiş olacağını sanıyordu. Gerçi Galton'un bugünkü anlamıyla zekayı ölçtüğü söylenemezdi ama insanların zekalarına göre farklı sınıflara ayrılabilecekleri ve zeka ölçümlerindeki bireysel farklılıkların ancak genetik yapıyla açıklanabileceği anlayışı, Galton'dan bu yana, bazı bilimcilerin kafalarında hemen hiç değişmeden kaldı.
Üstün insanları diğerlerinden ayırt etme çabası, durmaksızın sürdü. Galton'un çağdaşı ve modern psikolojinin kurucusu Wund'un insan işlevlerinin laboratuarda ölçülebilece?ini ileri süren öncü çabalarıyla, aynı zamanda liberal siyaset felsefesinin kurucusu olarak kabul edilen Locke'un duyumculuğunun bütün bilginin duyumlardan geldiği şeklindeki önermesi birleşince zekayı ölçmeye çalışan psikologlar, daha çok bireyler arasındaki duyusal-motor farklılıklara yöneldiler. Zeka farklılıklarını görme keskinliğinden, acıya karşı duyarlılığa, hatta avuç içindeki çizgilere kadar birçok etkenle açıklamaya kalkıştılar. Ve nihayet 1900'lü yıllarda Fransız hükümeti, psikolog Alfred Binet'e zihinsel özürlü çocukları diğerlerinden ayırma görevi verdi. Binet, bu somut görev karşısında artık zekayı birçok bileşenden oluşan bir işlevler toplamı olarak almak yerine, tek başına ama karmaşık bir zihin işlevi olarak ele almak zorunda kaldı. Bugün birçok konuda uygulama alanına sahip olan zeka testlerinin ilk örnekleri bu mantıkla hazırlandı. Her iki dünya savaşı sırasında orduya acilen zeki insanlar kazandırma şeklinde yeni bir somut sorun çıkınca, zeka testlerinin uygulanması ve geliştirilmesi süreci belirgin bir ivme kazandı. Binet ölçeği birçok revizyondan geçerek günümüze kadar uzandı. Zekayı daha ziyade bir soyutlama yeteneği olarak düşünen ve bugün Stanford-Binet olarak bilinen bu testin en belirgin özelliği, zekayı yaşla değişen bir işlev olarak düşünmesi, zeka yaşını ve takvim yaşını birbirinden ayırmasıydı. Bu testten sonra da birçok zeka testi geliştirildi. Bunlardan en yaygın olarak uygulananı, Wechsler tarafından geliştirilen erişkinler ve çocuklar için farklı versiyonları bulunan zeka testleridir. Bu testlerin Stanford- Binet testinden en önemli farkları, zekanın sözel ve performans olmak üzere ikiye ayrılmasıdır.
Zeka testleri, geniş bir uygulama alanı bulmuş, eğitimden sağlığa, askerlikten iş ve işçi seçimine kadar birçok alanda büyük faydalar sağlamı? olsalar da, henüz zekanın niteliği ve kökenleri sorunu aydınlatılabilmiş değildir. Ancak bütün bu süreç içerisinde kazanılan bilgi ve deneyimler, insan beyninin işlevleri hakkındaki bilgimizin gelişimiyle bir araya getirildiklerinde zeka hakkında daha ayrıntılı yaklaşımların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Artık zekanın Binet'in sandığı gibi global bir işlev birimi olduğu düşünülmemekte, tam tersine birçok işlevin (hafıza, sözel akıl yürütme, matematik akıl yürütme, benzerlik ve farklılıkları algılama hızı, kelime bilgisi vb.) karşılıklı iç ilişkilerinin değişik görünümlerinin zekayı oluşturduğu sanılmaktadır. Dolayısıyla ortaya yeni zeka tanımları ve bu tanımlar uyarınca geliştirilmiş yeni zeka ve bilişsel testler çıkmaktadır. Örneğin bunlardan Thorndike'ın yapmış olduğu zeka tanımı oldukça ilginçtir. Thorndike, zekanın mekanik, toplumsal ve soyut olmak üzere üç türü bulunduğunu savunmaktadır. Mekanik zeka, insanın el ve alet kullanma becerisini; toplumsal zeka, diğer insanları anlama ve kişiler arası ilişkiler kurma, soyut zeka ise, semboller ve kavramlarla düşünebilme yeteneğini temsil etmektedir.
Zeka testlerinin kesin bir biçimde zeki olanlarla olmayanları birbirlerinden ayırdığı şeklindeki eski katı anlayış da bu arada yumuşamıştır. Değerlendirmelerde kültürel farklılıklar, deneklerin testin gerekli gördüğü koşullarda yetişip yetişmedikleri gibi ara belirleyenler hesap edilmeye başlanmıştır. Daha önemlisi, zeka testlerinde ölçülenin insanın doğuştan getirdiği kapasite değil, bu kapasitenin davranışa dönüşmüş bölümü olduğu kabul edilmektedir. Bütün bunların sonucunda, artık zeka testi kavramından vazgeçilmekte, onun yerine "genel yetenek ölçümleri" gibi daha iddiasız ifadeler kullanılma yoluna gidilmektedir. Sürecin böyle bir yönelime girmesinde, kazanılan bilgi ve deneyimler kadar, şüphesiz bilimcileri etkileyen Jean Piaget gibi düşünür-bilimcilerin görüşleri etkili olmuştur. Piaget'in "genetik epistemoloji" adını verdiği yaklaşıma göre, bütün insanlarda belli gelişim evrelerine karşılık gelen bir global yapı olarak aynı zeka potansiyeli vardır. Ancak biyolojik uyum ile çevreye uyum arasındaki etkileşme; fiziksel, bilişsel ve duygusal kapasiteleriyle ilgili olarak organizmaların performanslarına göre zeka da farklılıklar göstermektedir. Piaget' e göre ayrıca zeka, psikolojik testlerle ölçülemez; ancak niteliksel bir yapı şeklinde analiz edilebilir.
Sir Galton'dan bu yana zeka hakkında yapılan en ilgi çekici araştırma konularından biri de, zekanın kalıtımla, çevre ile, ırkla ve doğum düzeniyle bağlantılarının araştırılmasıdır. Araştırmaların doğru bir sonuç vermesi için gerekli olan ara belirleyenleri hesaba katma işlemleri, bu araştırmaların hiçbirisinde tam olarak yapıl(a)madığından bilimsel olarak genellikle ciddiye alınmamaktadırlar. Kaldı ki, zekanın tanımının böylesine belirsiz olduğu koşullarda, zeka adına neyin ölçüldüğü bile belli değildir.
Yine de zekanın genetiği konusunda bugüne kadar yapılan, birçok eleştiri alamalarına rağmen çoğunlukla kabul gören ciddi araştırmalardan elde edilen en genel sonuçları şöyle özetlemek mümkündür:
Zeka, bireyin kişilik özelliklerine göre daha kalıtımsal bir nitelik sergilemektedir ve hatta zeka üzerinde kalıtımın rolünün, çevrenin rolünden daha fazla olduğunu söylemek mümkündür. Bir başka deyişle, bilim çevrelerinde "doğa mı yoksa yetiştirilme tarzı mı, insan davranışında daha baskındır?" sorusuna cevap bulmaya çalışan ünlü 'nature-nurture' tartışmasında, zeka ile ilgili olarak, şimdilik doğa yanlılarının yani genetikçilerin raundu önde bitirdikleri söylenebilir... Araştırmaların ortaya çıkardığı bir başka sonuç da, beyin vebazı beyin alt-bölümleri ne kadar büyük olursa, zekanın da genellikle o kadar artmakta olduğudur ama burada önemli olan, büyümüş beyin dokusunun kalitesidir...Kadınlarda zekanın sözel denilen bölümünün, erkeklerde ise, performans zeka genellikle daha iyi gelişmiş olduğu da bugün bilimsel bir gerçek olarak kabul edilmektedir.
Ama zekanın genetiği ile ilgili olarak ortaya konan bilimsel iddialardan ayrı olarak, öjenik bir bakış açısıyla yapılmış birçok sözde-bilimsel önyargılar da bulunmaktadır.

Öjeni nedir? Öjenikler neyi savunurlar?
İnsan genlerinin kalitesini düzeltmeyi amaçlayan tüm etkinlikler öjenik diye tanımlanırlar. Ancak öjeni (eugenics), incelemeye dayalı bir bilimsel bilgi alanını değil, bir tutumu ve niyeti ortaya koyduğundan, sağlıklı nesiller yetiştirmek için insanlığın hizmetinde olan genetik danışma ve taramaları ondan ayırt etmek gerekmektedir.
Kalıtımla ilgili gerçekler bilimsel ilgi alanına girmeye başladığı tarihten bu yana, bilim ve siyaset çevrelerinde öjenik olanlarla, yani insan neslinin soyaçekim yoluyla ıslahının mümkün olduğuna samimiyetle in******rla, anti-öjenikler yani öjenizmi sahte bilim, öjenikleri bilimci kılığına girmiş kafatasçılar olarak görenler arasında müthiş bir tartışma süregelmektedir. Süregelen yalnızca tartışma değildir; bu alandaki tartışmaların etkileri doğrudan doğruya hükümet politikalarına, istihdamın nasıl düzenleneceğinden, ülkeye göçmen olarak kimlerin kabul edileceğine; kimlerin evlenmeye ve nesillerinin yeniden üretmeye hakları olduğundan kimlerin fırınlarda yakılacağına kadar yansımaktadır. Yıllardan beri, insan davranış genetiği alanında bilimin nerede başlayıp siyasetin nerede bittiğini ayırt edebilmenin imkansız olduğu bir keşmekeş yaşanmaktadır.
Davranış genetiği alanında yapılan çalışmaların çoğu zaman araştırmacıların niyetlerinden bağımsız, bazen de apaçık bir biçimde araştırmacının kişisel önyargılarını meşrulaştırma girişimi olarak toplumsal ve hatta politik etkiler yaptıklarını, şimdi de yapabileceklerini gösteren, birçok kanıt ve emare bulunmaktadır. Örneğin Münih Üniversitesi'nde yürütülen psikiyatrik genetik çalışmalarının sonucu olarak, Naziler 1933'te ruhsal rahatsızlığı bulunan insanların kısırlaştırılmaları yasasını çıkarmışlardır. Sözde bilimsel çalışmaların sonucunda, ABD'nde de ruhsal rahatsızlığı olanlar, daha 1950'lere kadar kendi istemlerinin dışında kısırlaştırılıyorlardı. 20. Yüzyılın başlarında Amerikan Psikoloji Birliği'nin kendisine yüklediği en önemli görevlerden birisi, Amerikan toplumunun zeka seviyesini koruyabilmek için beyaz ırkın zencilerle karışmasının önüne geçmeye çalışmaktı.
Yıllar geçti, toplumlar demokrasi ve insan hakları konusunda önemli adımlar attılar, bilim çevrelerinde bilim adı altında basbayağı siyaset yapmak zorlaştı ama bilimsel ırkçılık, genetik biliminin arkasına gizlenerek hep varlığını sürdürmesini bildi.
Toplumdaki eşitsizliklerin kaynağını genetik yapımızda görerek toplumdaki eşitsizlikleri meşrulaştıran ve yakınlarda ölen Harvard psikoloji profesörlerinden Richard Herrnstein ve yine Harvard'lı bir siyaset bilim profesörü olan Charles Murray, birlikte yazdıkları ABD'nde geçen yıl yayınlanan "Çan Eğrisi: Zeka ve Amerikan Hayatındaki Sınıf Yapısı" adlı kitabta, 1970 ve 1990 yılları arasında sürdürülen Amerikan Ulusal Uzunlamasına Gençlik Araştırması'ndan aldıkları zeka ve eğitim başarısı ile ilgili verilerden yola çıkarak, insanların toplumsal ve etnik özellikleriyle, testlerden aldıkları puanlar arasynda yaptıkları istatistiksel de?erlendirmeler sonucunda, bilim adına şu iddialarda bulunma hakkını kendilerinde görebilmişlerdir: "Suç işleyenlerde ve işsizlerde zeka düzeyleri, toplumun genel ortalamasına göre daha düşüktür. Zeka düzeyi düşük olan toplum kesimlerinde, doğurganlık oranı daha yüksektir. Zeka, eğitimle ve diğer çevresel faktörlerle değil de, daha ziyade kalıtımla ilgili olduğundan, bu durumda toplum, giderek daha düşük zekalılardan meydana gelecek dolayısıyla suç işlemenin ve işsizliğin önüne geçmek imkansızlaşacaktır..." "Toplumsal gruplar arasında zeka yönünden nasıl farklar varsa, ırklar arasında da farklar vardır: En zeki ırklar, Çinliler ve Japonlardır, onların hemen ardından Avrupalılar gelmekte, son sırada ise, oldukça düşük bir yüzdeyle Afrikalılar yer almaktadır...Eğer yoksullar yoksulsa bu her şeyden önce zenginlerden daha az zeki oldukları içindir. Onlara acıyabiliriz, ancak bu hiçbir şeyi değiştirmez. Sonuç olarak sosyal adalet programları savurganlıktan başka bir şey değildir. Üstelik yoksullar daha fazla çocuk yaptıkları için de kötü genlerin yayılmasına neden olurlar. Açıkça görülmektedir ki, eğer yoksul siyahlara yardıma son verilirse, her şey daha iyi olacaktır..." İşte öjeni tam da budur ve günümüzde de etkisini büyük ölçüde sürdürmektedir. Ama öjeniklerin yaptıkları bu araştırmalar, sağduyulu bilimciler tarafından, gerek metodoloji ve gerek sonuçlar açısından topa tutulmakta, en ağır suçlamalar yöneltilmektedir. Örneğin "DNA Doktrini" kitabı dilimize de çevrilen R. D. Lewontin ve arkadaşları yıllardan beri biyolojinin bir toplumsal ideoloji biçimine dönü?mesine karşı mücadele etmektedirler. Yine örneğin 50 yılı alan bir araştırmanın sonucunda ortaya çıkan "İnsan Genlerinin Tarihi ve Coğrafyası" adlı dev eserin yazarları olan genetikçi Luca Cavalli- Sforza, Paolo Menozzi ve Alberti Piazza, ırk kavramının genetik açıdan anlamsızlığını göstermişlerdir

 
eXTReMe Tracker