31 Temmuz 2007 Salı

Yüksek tansiyon hastalarına öneriler

Aşırı sıcakların geri gelmesi, hipertansiyon hastalarının sağlığını olumsuz etkiliyor. Hipertansiyon, kan basıncının sağlık açısından sakıncalı olan değerlere yükselmesiyle ortaya çıkıyor. Acıbadem Bursa Hastanesi'nden Kardiyoloji Uzmanı Dr. Cem Heper, hipertansiyonda, kan damarlarının kan basıncını ayarlama görevini yapamadığını belirterek, ısı artışlarına karşı hastaların sık sık duş almasını önerdi.

Hipertansiyon ısı ayar mekanizmalarının çalışmasını bozan en önemli dolaşım sistemi hastalıklarından biri. Bu nedenle ısı artışına bağlı olan sorunlar, hipertansiyonlularda çok daha sık görülüyor. Dr. Cem Heper, hipertansiyon hastalarının her hangi bir sağlık sorunu ile karşılaşmadan önce, kendi vücut özellikleri ve kullandığı ilaçların etki mekanizmaları ile ilgili gerekli bilgileri doktorlarından öğrenmeleri gerektiğini belirtti.

Güneş Gidince Egzersiz Yapın

Hipertansiyon hastalarının aşırı sıcaklarda laması gereken önlemleri anlatan Dr. Cem Heper, bunları şöyle sıraladı:

- Terlemeyi önlemeyen hafif ve pamuklu giysiler giyin
- Bol sıvı almaya özen gösterin
- Özellikle öğle saatlerinde açık havada güneş altında kalmamaya çalışın
- İlaçlarınızı düzenli kullanın
- Akşam veya sabah serinliğinde düzenli egzersizlerinize devam edin
- Sık sık duş almaya özen gösterin

Aşırı Sıcaklarda İlaçları Aksatmayın

Kan basıncının ani yükselmelerinde en yakın acil servise veya hastanın hekimine ulaşılması son derece önem taşıyor. Zaman kaybetmek, istenmeyen olaylara neden olabiliyor. Bilinçsiz kullanılan tansiyon düşürücü ilaçlar, kalp krizleri veya böbrek yetmezlikleri gibi hayatı tehlikeye sokucu sonuçlara yol açabiliyor. Bu nedenle hekim tavsiyesi olmadıkça ilaç kullanılmamasında yarar var.

Hastanın taşınması veya gelecek ilk yardım beklenirken serinletilmesi ve dinlendirilmesi en iyi yardımdır. Isı artışı olan günlerde ilaçların düzenli kullanılması büyük önem taşıyor. İlaç yeterli gelmiyorsa, hekimin hastayı değerlendirmesi ve tedavisini bulgularına göre ayarlaması gerekiyor.

Ani Sıcaklık Değişimi de Zararlı

Kullanılan ilaçlar ile hipertansiyon arasında yakın bir ilişki var. Hipertansiyonu oluşturan mekanizmalara göre hastalık 3 gruba ayrılıyor:

1-Su tutulumunun ön planda olduğu hipertansiyon
2-Sinirsel etkinlik artışının ön planda olduğu hipertansiyon
3- Hem su tutulumunun, hem de sinirsel etkinlik artışının bir arada olduğu hipertansiyon.

Su ve tuz atılımının arttığı havalarda, su ve tuz atılımını etkileyen ilaçları kullananların dikkatli olması gerektiğini belirten Dr. Cem Heper, “Bu gruptan ilaçlar kullananların susuz kalmamaya dikkat etmeleri özellikle önemlidir. Sıcak krampları, halsizlik ve kan basıncındaki düşmeler sıvı kaybının fazla olduğunu gösteren son derece önemli bulgulardır. Bu durumlarda hemen doktorunuza başvurmanız önemli” diye konuştu.

Sıcaklık artışlarından korunmak için klimalı odalara saklanmak ve ani sıcaklık değişimlerine maruz kalmak, hipertansiyon hastalarının sıcağa uyum yeteneklerinde azalmaya yol açacağı için yarar yerine zarar getirebiliyor. Sinirsel mekanizmalı veya karışık mekanizmalı hipertansiyonu olanlarda, ani ısı değişikliklerine damar sisteminin vereceği yanıtlar çok farklı olabiliyor.

Ani tansiyon düşmeleri gibi, ani tansiyon fırlamaları görülebiliyor. Bu reaksiyonların önlenmesinde genel önlemlerin yanı sıra ilaç tedavisinin de önemi büyük. Bu nedenle hipertansiyon hastalarının, her hangi bir sağlık sorunu ile karşılaşmadan önce, kendi vücut özellikleri ve kullandığı ilaçların etki mekanizmaları ile ilgili gerekli bilgileri hekiminden öğrenmesi gerekiyor.

Güneş cildinizi lekelemesin



Yaşamın kaynağı olan güneş, ondan doğru oranda faydalandığımız sürece vücudumuza birçok yarar sağlar.Ama aşırıya kaçıldığında cildimiz için tehlike oluşturduğu gibi, zararlı olmayan, ama görüntüsü rahatsız eden küçük kahverengi lekelerin oluşmasına da yol açar.

Yaz geldiğinde çoğumuz saatlerce güneşin altından ayrılamıyoruz. Fakat güneşin yararlarının yanında bir takım zararlarının olduğunu da kabul etmemiz gerekiyor. Çünkü ondan bilinçsiz bir şekilde faydalandığımız takdirde vücudumuzda bazı lekelenmeler meydana geliyor. 'Güneş lekeleri' olarak adlandırılan bu görünüm, derinin güneş gören yerlerinde kahverengi izler şeklinde beliriyor. Genç yaşlarda kanser öncüsü olarak nitelendirilmeyen bu lekeler, özellikle kadınlarda kozmetik bir sorun olarak karşımıza çıkıyor.Genellikle 5 ile 10 mm çapında olan bu sorun, derisi açık renkli, sarışın kişilerde ve yaşlılarda daha sık görülüyor. Keskin ve düzenli bir sınırı olmayan lekelerin görüntüleri çillerden daha büyük boyutta oluyor.

İlk adım önlem almak

Elbette güneş lekelerini nasıl yok edeceğimizi öğrenmeden önce, nasıl korunacağımızı bilmeliyiz. Örneğin; 3 yaşın altındaki çocukların plajda ve havuz kenarında mutlaka gölgede oturmaları gerekiyor. Ayrıca açık tenli ve güneşe hassas ciltlerin de önlem almaları özellikle sağlık açısından çok önemli. Vücudunda deriden kabarık, kenarı düzensiz görünümde koyu renkli beni olanların da bu bölgeyi güneşten korumaya özen göstermeleri gerekiyor. Güneşten korumak için seçeceğiniz ürünün hem UVA hem de UVB'ye karşı koruyucu olmasına dikkat edin ve özellikle ilk günlerde daha yüksek koruma faktörü olanları tercih edin.

Lekelerden kurtulmak mümkün

Güneş lekelerini tedavi eden birçok yöntem bulunuyor. Bunların ortak noktaları; derinin yüzeysel tabakasını yenileyerek izleri yok etmek. İşte en sık kullanılan yöntemler:
Kriyoterapi (dondurarak tedavi)
Kriyoterapi bir dondurma işlemidir. Bu işlemde cihaz, derinin altına çok ince buz kristelleri gönderir. Daha sonra da bu kristaller cihaz tarafından geri emilir.
Uygulama alanları: Güneş lekelerinin giderilmesinin dışında çatlak ve ameliyat izleri, gebelik, siğil ve derinin damarsal oluşumlarının tedavisinde kullanılıyor.
Nasıl uygulanır? Uzmanlar kriyoterapi cihazını çatlakların ya da izlerin üzerinde gezdirerek uygulama yapıyor. Tedavi esnasında herhangi bir acı hissedilmiyor. Ama işlem sonrasında hafif bir kızarıklık oluşuyor.
Kaç seans sürüyor? İzlerin derinliği veya meydana gelen lekelerin çokluğuna bağlı olarak seans süresi ve sayısı belirleniyor. Genellikle 15 seans, yeterli olabiliyor.

Lazer tedavisi


Özel lazer ışınlarıyla cildin üst tabakasını soyan ve izlerin hafiflemesini mümkün kılan bir yöntemdir. İki bölümden oluşuyor:
1- Kimyasal peeling: Bazı soyucu kimyasallarla derinin yüzeysel tabakasının yenilenmesidir. Piyasada satılan leke yok edici kozmetik ürünleri de bu temele dayanır.
2- Işın tedavisi: Özellikle derinin yüzeysel tabakalarında oluşmuş lekeler için soyma ve yenileme tedavileri ile yapılabilir.
Uygulama alanları: Lazer uygulaması daha ciddi bir girişim ve diğerlerinden farklı olarak mevsimsel bir uygulamadır. Vücudumuzda meydana gelen güneş lekeleri ve çatlaklar bağ dokusu hastalığıdır. Ancak cildin soyulması için tek başına yeterli değildir. Bu bağları onarıcı ürün ve kremlerin emilmesini artırmak için ultrason yöntemi de mutlaka uygulamaya eklenmelidir.
Nasıl uygulanır? Uzman tarafından izlerin ve lekelerin üzerine uygulama yapılır. Kulağımızın duyamayacağı şiddetteki ses dalgaları karın içine doğru gönderilip bilgisayar ekranına yansıtılır. Seanslar sırasında acı hissedilmez, ancak sonrasında izlerin üzerinde hafif bir kızarıklık ve kabuklanma görülür.
Kaç seans sürüyor?
15 gün ve 3 hafta aralıklarla 6 - 8 seans arasında yapılır. Bu işlemlerin süresi ve sıklığı, problemin sebebi, bu problemin ne kadardır sürdüğü ile bağlantılı olarak değişir.

Cilt Maskeleriyle Yaşlılığa Elvada



Deri vücudumuzdaki en büyük organdır. Tüm vücudu kaplamakla görevlidir ve dış etkenlere en çok maruz kalan organdır. Deri iki tabakadan oluşur: Üst tabaka (epidermis) ve alt tabaka (dermis). Cildin de bir metabolizması olduğu unutulmamalıdır.

Metabolizma nedir?
Cildin metabolizması, tabakaların yenilenmesi, hücrelerin bölünmesi ve böylece cildin kendin, sürekli diri, taze ve genç tutmasıdır.

Neden cilt bakımı yaptırmalıyız?

Cildin özelliklerini, metabolizmayı, fonksiyonlarını, dış etkenlere karşı korunmasını, kullandığımız ürünlerin daha iyi etki etmesini cilt bakımı sağlamaktadır.

Oksijen + C Vitamini kürü
Nüket Uluç'un uyguladığı yoğun kürlerden oksijen + C vitamini küründe oksijen, cildin nefes almasını sağlar; metabolizmayı harekete geçirip kan dolaşımı ile birlikte cildi dış etkenlerden koruyup yaşlanmayı hızla durdurmak rolünü üstlenir.

C vitamini, doku oluşumuna katkısı olan, hücreleri bir arada tutan kolajenin oluşması ve korunması için en gerekli vitamindir.

Oksijen ve C vitamininin etkileri
Bu tedavi, cildin yenilenmesinde ve tekrar yapılanmasında, elastikiyeti (lifting) artırmada ce kolajen (anti-aging) üretiminde en etkili işlemdir.

Cildin elastikiyeti azaldıkça, ciltte gevşemeler, sarkmalar; ciltteki kolajen azaldıkça da yaşlılık ve kırışıklık görülmektedir.

C vitamini hem antioksidan görevi görür, hem de zarar görmüş cildi tamir eder. Aynı zamanda kan dolaşımıyla birlikte, mikrosirkülasyonla cilde besin, oksijen taşır.

Yani oksijen + C vitamini,

Hızlı kolajen üretimi sağlar.
Zarar görmüş cildi yeniler.
Yaşlanan cildi gençleştirir.
Cildi korur.
Cildin nem ve su kapasitesini arttırır.
Yüzdeki yorgunlukların yok olmasını sağlar.
Cilde diri, canlı bir görünüm, yüzünüze renk kazandırır.

Tedavi nasıl yapılır?
İşlem, kendi özel ürünleri, serumlar, lipozomlar ve çok özel bir aletle gerçekleştirilir.Bu alet işlemin daha derinlemesine ve iyonize yapılmasını sağlar. Böylece kullanılan ürünler deri altında bloke edilir, kaslar çalıştırılır, kırışıklıkların üzerine ütüleme yapılmış olur.

Not: Bu tedavi Botoks etkisiyapan kremlerle desteklenmektedir.

Kırışıklıkları balık yiyerek silin



Yaşlanmanın altında yatan nedenleri araştıran uzmanlar; hücre yenilenmesini sağlayan proteinin kırışıklıklar üzerindeki etkisini keşfetti. Hücrelerimizin yapıtaşlarının amino asitlerden oluştuğunu belirten araştırmacıların ulaştığı ilginç sonuçlar şöyle: Protein sindirilirken, amino asitlerce parçalanarak hücrelerin kendilerini yenilemelerinde kullanılır. Yeterince protein alınmazsa vücudun yaşlanma süreci hızlanır. Cilt için en yararlı protein balıkta bulunur. Genç kalmanızı sağlayabilecek besinler arasında ilk sırayı balık alır. Her türden balık; doymuşluk oranı düşük yağla, yüksek kalitede ve kolayca sindirilen proteinlerin kaynağıdır. Deniz ürünleri besin açısından yoğundur. Dolayısıyla yüksek miktarda protein ve önemli oranlarda vitamin ile mineral içerir. Doymuş yağ ve kalori oranları da yüksek değildir.

Yaz aylarında saçlara özel bakım



Yaz aylarında saçlarınızın en büyük düşmanı; güneş ışınları ile deniz ve havuz suyudur. Bütün bu zararlı etkenler saçlarınızın kurumasına, renklerinin açılmasına ve uçlarının kırılmasına neden oluyor. Bu nedenle saç uzmanları deniz ve havuza girerken bone kullanımını öneriyor. Böylelikle saçlarınız deniz suyunun tuzundan ya da havuzun klorundan etkilenmiyor, saç renginiz açılmıyor. Yaz mevsiminde özellikle boyalı saçlara sahipseniz bone kullanımını ihmal etmemelisiniz. Zira boyalı saçlar, havuz suyuyla temas ettiklerinde ortaya hiç de iç açıcı görüntüler çıkmıyor. Güneş ışınlarının zararlı etkilerinden koruyan UV filtreli, koruyucu özellikli şampuanlar ve bakım ürünleri de saçların doğal yapısını korumada etkili oluyor.

Güneşten korunmanın yolları

Güneş ve solaryum gibi suni ışın kaynaklarının zararlı etkilerinden korunmak için dermatoloji uzmanları dikkat edilmesi gereken noktaları şöyle sıralıyor:

* Bir yaşın altındaki çocuklar direkt güneş ışınlarına maruz bırakılmamalı.

* Altı yaş altındaki çocuklar, güneşten en yüksek koruma faktörlü ürünlerle korunmalı.

* Çocuklar için seçilecek tüm güneş ürünlerinde 'pediatrik kontrol altında test edilmiştir' ibaresi bulunmalı.

* Güneş ışınlarının yeryüzüne dik geldiği 11.00-15.00 saatleri arasında güneşle direkt temas halinde bulunulmamalı.

* Güneşten koruyucu sütler ve kremler, güneşlenmeden 30 dakika önce kullanılmalı ve belli saatlerde tekrarlanmalı.

* Vücudunda fazla beni olanlar ve ailesinde deri kanseri olanlar daha fazla dikkat etmeli.

* Güneşe çıkmadan önce, doktora danışarak beta karoten ve C ile E vitamini gibi besin takviyelerinden faydalanılmalı. Bu takviyeler; güneş ışınlarıyla oluşan serbest radikallerin nötralize edilmesine ve bağışıklık sisteminin kuvvetlenmesine yardımcı olur.

* Güneş ve yapay ışınlara maruz kaldıktan sonra cildi besleyen bir nemlendirici kullanılmalı.

'Akdeniz diyeti'nden vazgeçmeyin

Bitkisel kaynaklı besinler, çeşitli kronik hastalıkları, özellikle koroner, kalp hastalığı ve bazı kanser türlerini geriletiyor.

Akdeniz yemeklerinin önemli bir kısmını sebzeler oluşturur, yıl boyu her mevsimde bol olan sebze sıkça yenilir. Yemek hazırlanırken mümkün olduğunca yiyeceğin doğallığını bozmadan pişirmeye özen gösterilir. Yemeklerde ağız tadı önemli olduğu kadar, görünüşe de çok önem verilir ve göze hitap etmesi için doğal garnitürlerle (yeşil veya siyah zeytin, yeşil sebzeler, kuru üzüm kullanılır) süslenir.

Günümüzde bitkisel kaynaklı besinlerin daha fazla yenmesi önerileri bunları yüksek miktarda tüketen popülasyonlarda, çeşitli kronik hastalıkların, özellikle de koroner, kalp hastalığının ve bazı kanserlerin daha seyrek görülmesinden dolayıdır. Akdeniz ülkelerinin sıcak iklimine ve sağlığa en uygun olan bu beslenme şekli yaz için en uygun diyettir.Akdeniz sahillerinin damak tadının simgesidir Bu beslenme şekli kırmızı ete az yer verir; balık, tahıl, sebze meyve ve lif ağırlıklıdır, zeytinyağı en önemli besindir, süt yoğurt ve peynir protein kaynağı olarak balık ile birlikte yer alır. Bu beslenme tipi kalp damar hastalıkları ve kansere karşı koruyuculuk ile uzun ve kaliteli bir yaşamın temel anahtarıdır. 2. gün Akdeniz Diyeti
SABAH
1 dilim tam çavdar ekmeği (erkekler için iki dilim)
50 gram lor peyniri
1 tatlı kaşığı zeytinyağı, kekik, pul biber, taze fesleğen
Domates, yeşil biber, maydanoz
Şekersiz açık çay
ARA ÖĞÜN
1 dilim karpuz
ÖĞLE
1 kâse mercimek salatası
1 dilim az yağlı beyaz peynir
1 dilim tam çavdar ekmeği
ARA ÖĞÜN
1 dilim peynir (erkekler için iki dilim peynir)
2 kepekli grisini (4 kepekli grisini)
5 yeşil zeytin
AKŞAM
6 çorba kaşığı kıymalı bezelye
3 çorba kaşığı bulgur pilavı (erkekler için 4 çorba kaşığı bulgur pilavı)
Cacık veya ayran
ARA
1 şeftali
10 fındık Diyette dikkat edilmesi gerekenler
Gün boyunca 4-5 fincan açık ve şekersiz siyah çay, daha fazla miktarda şekersiz bitki çayı ile en fazla 2 fincan kahve içilebilir. Su tüketimi kadınlar için günlük en az 8-10 bardak, erkekler için ise en az 10-12 bardak olmalıdır. Gerekli durumlarda alkol tüketimi kadın için haftada 2-3 kadeh, erkek için 4-5 kadeh ile sınırlandırılmalı ve şarap tercih edilmelidir. Salatalara 1 tatlı kaşığı zeytinyağı yeterlidir. Sebze yemeklerinde 1 kg için 2 çorba kaşığı zeytinyağı kullanılmalıdır. 1 tatlı kaşığı zeytinyağı ile 5 adet zeytin birbirinin yerine kullanılabilir. Bu programlar Sağlıklı Beslenme ve Diyetetik biliminin temel ilkeleri göz önünde bulundurularak düşük aktiviteye sahip sağlıklı yetişkinler için örnek olarak hazırlanmıştır.
Kronik rahatsızlığı olanlar ile hiç sağlık muayenesinden geçmemiş olanların, hamilelik, emzirme dönemi gibi özel bir beslenme programı içinde olanların hekime danışmadan veya bir beslenme uzmanı ile şahsen görüşmeden uygulamamaları önemlidir. Günün tarifi (Mercimek Salatası) Mercimekleri bir gün önceden ıslayın ve ertesi gün haşlayıp soğutun, dilediğiniz tüm yeşillikler, taze veya kurutulmuş domates, kuru nane, kekik ile geniş kapta salata hazırlayın. Üzerine 6 çorba kaşığı dolusu haşlanmış mercimek, 2 tatlı kaşığı zeytinyaÇ ekleyin.

Kısa günün kârı

Mercimek içerdiği lifler sebebiyle tok tutar ve bitkisel protein kaynağıdır, yanındaki hayvansal protein olan peynir ile daha dengeli bir öğün tüketmiş olacaksınız, afiyet olsun!

Dilara Koçak

30 Temmuz 2007 Pazartesi

Elma Sirkesinin Faydaları

Özellikle elma sirkesinin pırıl pırıl saçlar, lekesiz bir cilt ve incecik bir vücuda kavuşmanızda çok önemli katkıları var. Fersan, size evde kolayca uygulayıp, baharın yorgun cildinizde bir çiçek gibi açmasını sağlayacak önerilerde bulunuyor. Bugüne kadar sadece sofrada kullanılan elma sirkesini güzelliğiniz için denemediyseniz, şimdi tam zamanı...

* Kepeksiz saçlar: Saçınızı yıkadıktan sonra, son durulama suyuna elma sirkesi ekleyin. Saçlarınızın kepekten arındığını ve parlaklaştığını göreceksiniz.

* Akne tedavisi: Su ile seyreltilmiş elma sirkesi ile yüzünüzü temizleyin ve su ile durulayın. Elma sirkesi cildinizi yumuşattığı gibi, antiseptik özelliği ile akneye neden olan mikropları öldürecektir.

* Ciltteki lekelere : Dörtte bir litre suya, üç çorba kaşığı elma sirkesi ekleyip, kaynayıncaya kadar ısıtın, ateşi kısın. Başınıza bir örtü örtüp, yüzünüzü buhara tutun. Yarı yarıya sulandırılmış elma sirkesi ile yüzünüzü silin. Haftada iki kez tekrarlayabilirsiniz.

* Varisli damarlara: Bir bezi elma sirkesine batırıp, sıkın. Bezi varisli bölgeye sarın ve 30 dakika bekletin. Bu süre içinde bacaklarınızı yukarı kaldırarak dinlendirin. Sabah-akşam tekrarlayın.

* Zayıflamak için : Bir bardak suya bir-iki kahve kaşığı elma sirkesi ve bir kahve kaşığı bal ekleyip, karıştırın. Uygun bir rejimle birlikte kullanıldığında, düzenli kilo vermenize katkı sağlar.

Ünlüler bu programla zayıfladı

Dünyaca ünlü isimler, "Yıldızlar Diyeti"ni takip ederek herkesin imrendiği vücutlara sahip oldu. Alınan ve harcanan kalorinin dengelenmesi üzerine kurulu olan bu programı takip ederek ideal kiloya ulaşmak hayal değil
Brad Pitt, Tom Cruise, Julia Roberts, Keanu Reeves, Cameron Diaz, Madonna, Mel Gibson, Matt Damon, Courtney Cox, Minnie Driver, Jim Carey, Shania Twain ve Mariah Carey gibi dünyaca ünlü yıldızlar bu diyet programını takip ederek herkesin hayran olduğu bir vücuda kavuştular. Zayıflama hapı kullanmadan, jimnastik salonlarında saatlerinizi harcamadan, sıkılmadan, sevdiğiniz yiyecekleri yiyerek takip edeceğiniz "Yıldızların Diyeti" yle 1 haftada gözle görülür bir değişiklik yaşayacaksınız. Genç ya da yaşlı, az ya da çok kilolu herkesin uygulayabileceği bu diyet programıyla sadece fazla kilolarınızdan kurtulup, hayalini kurduğunuz vücuda sahip olmakla kalmayacak aynı zamanda sağlıklı bir yaşam da süreceksiniz.

Programı takip ederek çeşitli kanser türleri, diyabet, kalp krizi gibi birçok hastalık riskini en aza indirgeyecek, kemiklerinizin güçlenmesini sağlayarak ileri yaşlarda kemik erimesi hastalığına yakalanma riskini azaltacak, zihinsel performansınızı artıracak ve stressiz bir hayat süreceksiniz. Hayat kalitenizi yükseltecek olan Yıldızların Diyeti, kendinizi 5 ile 20 yaş arası daha genç hissetmenizi sağlayacak. Kan dolaşımınızı kolaylaştıracak, cildinizi gençleştirecek, selüliti önleyecek, immün sistemini sağlamlaştıracak, seksüel performansınızı ve libidonuzu artıracak, daha sağlıklı saçlara sahip olmanızı sağlayarak saçlarınızın beyazlamasını da uzun süre engelleyecek.

SPOR ÇOK ÖNEMLİ
Uygulaması son derece kolay olan ve aslında bir yaşam tarzı olarak kabul edilmesi gereken bu programda spor büyük önem taşıyor. Spor derken kastedilen ise spor salonlarında saatler geçirmek değil. Düzenli olarak yürüyüş yaparak, koşarak ve ağırlık çalışarak hem dilediğiniz kiloya ulaşacak, hem de sağlıklı bir vücuda sahip olacaksınız. Yalnız programla birlikte spora başlamadan önce mutlaka bir doktora görünmeli ve bu sporları yapmanızda bir sakınca olup olmadığını sormalısınız. Eğer yürümenizde, koşmanızda, ağırlık çalışmanızda sağlığınız açısından bir sakınca yoksa daha hızlı kilo vermeyi de garantilemiş olacaksınız. Programın sporla ilgili bölümüne başlamadan önce dikkat etmeniz gereken iki önemli nokta var. Yürüyüş, hızlı yürüyüş ve tempolu koşudan oluşan birinci aşama mutlaka 3 ile 8 saat arasında sürmeli. Ağırlık kaldırma, jimnastik gibi çalışmalardan oluşan ikinci bölüm ise 30 dakika ile 2 saat kadar devam etmeli. İlk hafta, bu süreler sizi zorlayabileceğinden her iki aşamayı da daha kısa kesebilirsiniz. Fakat programın etkili olabilmesi için ikinci haftadan itibaren sürelerle ilgili bu kurala tamamen uymanız şart. İkinci olarak; eğer bu programın başarılı olmasını istiyorsanız yaptığınız her hareketten ve yediğiniz her şeyden zevk almalısınız. Eğer durumunuzdan memnun değilseniz programı başarıyla tamamlama şansınız da yok demektir.

AMAÇ KALORİ YAKMAK
Kilo çoğu zaman bir günde alınan ve harcanan kaloriyle doğru orantılıdır. O nedenle kilo vermek amacıyla her gün daha fazla kalori yakmak için daha çok hareket etmek ya da daha az kalorili besinler almak zorundasınız. Her 500 gramlık yağ 3500 kalori içerir. Yani eğer haftada 2 buçuk kilo vermek istiyorsanız her gün normalde yaktığınız kaloriden en az 17 bin 500 kalori daha fazla yakmanız gerekir. Bu kaloriyi yakmak için ya daha fazla spor yapmanız ya da protein açısından zengin yiyecekleri tüketmeniz lazım. Bedensel aktivite olarak birinci aşamada yapabileceğiniz sporlar arasında yürüyüş, hızlı yürüyüş, hafif koşu ve tempolu koşu bulunuyor. Yapacağınız bu egzersizler, vücudunuzda depolanan yağları yakacak ve metabolizmanızı hızlandıracak kaslar oluşmasını sağlayacak. Ayrıca yürüyüş ve koşu kalp krizi, göğüs kanseri, kolon kanseri ve diyabet hastalıklarına yakalanma riskini de azaltır. Bedensel aktivitenin ikinci aşaması, 30 dakikadan 2 saate kadar yapabileceğiniz ve alınan ekstra kalorileri yakmanızı sağlayacak ağırlık kaldırmadan oluşuyor. Ağırlık kaldırmak, aynı birinci aşamadaki gibi vücudunuzda depolanan yağların yakılmasını ve metabolizmanızı hızlandıracak kas oluşumunu sağlayacak. Ayrıca bu egzersizle vücudunuz kısa zamanda şekle de girecek. Ağırlık kaldırmadan tek başına yapılan yürüyüş, koşu gibi aerobik tarzında sporlar kaslarınızın kaybolmasına neden olur. Bu nedenle birinci aşamadaki sporları yaptıktan sonra aynı gün mutlaka ikinci aşamadaki sporları da yapın. Ayrıca birinci ve ikinci aşamadaki sporların depresyonla savaşmak için de birebir olduğunu unutmayın. Spor yaparak beyninizin endorfin adı verilen hormonu üretmesini sağlarsınız, bu hormon da doğal ağrı kesici görevi görür ve kendinizi iyi hissetmenizi sağlar. Birinci aşamadaki sporları sabah ilk iş olarak aç karnına yapmanız gerekiyor. Spora başlamadan önce sadece çay, kahve ya da su içmenize izin var. İkinci aşamaya ise birinci aşama bittikten en erken 1 ya da 2 saat sonra başlamanız gerekiyor. Ağırlık kaldırma egzersizlerine geçmeden 10-15 dakika kadar ısınma hareketlerini yapmayı ihmal etmeyin. Eğer birinci aşamayı haftada sadece bir kere yapabilirim diyorsanız, bu aşamayı 15-20 dakikaya indirgeyerek haftada en az iki-üç kez gerçekleştirmeye çalışın. Aynı günlerde ikinci aşamayı da yine süresini 30 dakika ile 2 saate indirerek gerçekleştirmeyi ise unutmayın.
Aşağıdaki yiyecek ve içecekleri yeterli enerjiyi sağlaması ve kilo vermeye yardımcı olması için haftada en az 1-4 kez tüketmeye çalışın.
1. 1 bardak içine Ginseng katılmış yeşil çay.
2. 1 veya 2 kaşık katıksız, organik bal.
3. 1 veya 2 kaşık organik elma sirkesi. Elma sirkesi toksinlerin vücuttan atılmasını sağlar ve en iyi yağ yakıcıdır. Elma sirkesinde bulunan özellikler yeni yağ hücrelerinin oluşmasını da engeller. Spor yaparken saatte 1-2 bardak veya her iki üç saatte bir 1 litre su içmeyi unutmayın. Günde mutlaka 8-15 bardak su içmeyi ihmal etmeyin. Sağlıklı kalmak için vücudun bol sol suya ihtiyacı var. Su, yiyeceklerin sindirilmesine yardımcı olduğu kadar vücut ısısını dengeler, hücrelere besin ve oksijen taşır, toksinlerin ve diğer zararlı maddelerin vücuttan atılmasını sağlar. Aynı zamanda tampon görevi görerek doku ve organları korur. Vücudun susuz kalması yüksek tansiyon, astım, alerji, migren, baş ağrısı gibi pek çok hastalığa neden olur. Ayrıca unutmayın ki yeterli derecede su almazsanız kilo da veremezsiniz. Eğer düzenli olarak spor yapmanıza ve kalori hesabına dikkat etmenize rağmen hiç kilo vermiyor, ya da vermekte zorlanıyorsanız; kilo veriyor ama verdiğiniz kiloyu koruyamıyorsanız veya daha hızlı kilo vermek istiyorsanız 1 ya da 3 hafta için karbonhidrat ve yağ içeren besinlere sınır getirin ya da tamamen hayatınızdan çıkarın. Onların yerine protein açısından zengin yiyecekleri tercih edin. Protein açısından zengin yiyecekler, az miktarda da olsa karbonhidrat ve yağ içerir, bu nedenle vücut için gerekli olan miktarı almanızı sağlar. Spor yaptığınız günün ertesi günü daha çok ve sık yemeye dikkat edin. Örneğin, iki ya da üç ana yemek, beş ya da altı ara yemek yiyebilirsiniz. Ama her zaman porsiyon konusunda kontrollü olmayı ve sağlıklı seçimler yapmayı gözardı etmeyin. Örneğin, son derece sağlıklı bir tabak salataya yağlı soslarla zarar vermeyin.

Her Derde Deva Formül: Elma Sirkesi

Mideye olan fayadaları,"yiyin güzelleşin" formülünün kahramanı,meyveler içinde en hafifi elma,henüz bilinmeyen faydalarıyla her derde deva bir formülmüş meğer. Ben de tesadüfen öğrendim ve sizle paylaşmak istedim.Sonuçları deneyle sabittir.

Mutfak işlerine merakım beni farklı sonuçlara götürmüştür hep,işte bunlardan bir tanesi de elma sirkesi.Faydalarını duymuşsunuzdur ben de duydum ancak deneme fırsatım olmamıştı.Nihayetinde denedim.Bana ve cevremdekilere sayısız iyliği dokundu kendisinin.

Öncelikle biraz neler yapıyormuş bu elma sirkesi onu anlatayım sonrada o sihirli formülü sizlerle paylaşacağım. Öncelikle mineral bakımından oldukça zengin,vitaminlerde bol bol var içinde.Bunun yanında kadınların çok işine yarayacak güzellik formüllerindede kullanılıyor.Cilt lekeleri icin kullanılıyor.Yaralanmalarda,güneş yanıklarında,mide yanmalarında,baş ağrısında,şeker hastalığı olanlarda ve kolesterol sorunu olanlarda cok işe yarıyor.Bunlara ilave olarak kadın hastalıklarında ve soğuk algınlığında faydalı.

İşte bütün bunlara ulaşabilmeniz için öncelikle elma sirkesinin yapılışını anlatıyorum:Yıkanmış taze elmaları dört veya beş parçaya ayırarak cam bir kavanozu atın.İsteğe göre kabuklarınıda soyup icine atabilirsiniz.Üzerinede biraz soğuk su ekleyin(normal bir kavanoz için iki elma yeterli)yaklaşık bir ayda sirkeniz hazır.

Bundan sonra bir bardak suyun içine 1/4 oranında elma sirkesi eklenir.Sabahları elma sirkesiyle su karışımı içilirse hem insanı dinç tutar hemde sindirime faydalıdır.Dişeti iltihabına karşı ağız sirkeyle çalkalanırsa ağrıyı giderir.Yemeklere katılan biraz elma sirkesi mideye çok faydalıdır.Böcek sokan yere elma sirkesi sürülünce kaşıntıyı ve şişmeyi önler.Kolesterolü yükselen birisi hemen su- sirke karışımını içerse yarım saatte en fazla 1 saatte baş ağrısı geçer,ciltte güneş lekesi veya çil benzeri lekeler varsa su_sirke karışımı geceleri yüze sürülerek kullanılırsa belli bir zaman sonra lekeler büyük ölçüde kaybolacaktır...

Parkinson Hastalığının Tedavisi

Parkinson hastalığının uzun süreli, yavaş ilerleyici bir hastalık olması nedeniyle tedavisinde hastanın ve ailesinin hekimle uzun yıllar iş birliği yapması gereklidir. Beraberce gösterilecek çaba hem hastanın kendisini rahatsız eden belirtilerin tatminkar bir şekilde kontrolünü, hem de hastanın daha iyi bir yaşam düzeyine kavuşmasını sağlayacaktır. Aile bireylerinin, özellikle eşinin desteği ve sevgisinin bu konuda ayrıca büyük bir katkısı olacağı da açıktır. Böyle bir yaklaşım yalnızca fizik olarak değil, psikolojik ve sosyal bakımdan da hastalığın hastadan götürdüklerini telafi etmekte yardımcı olacaktır. Bir nörolog ve bazı hastalar için bir fizyoterapist tarafından sorumluluğun üstlenilerek düzenli kontrollerle tedavinin sürdürülmesi en iyi yoldur. Hastanın daha iyi tedavi arama amacıyla hekimden hekime gezmesi zaman kaybına yol açabilir. Çünkü hastanın başvurduğu her yeni hekimin, uzun hastalık öyküsünü ve ilaçların belirtiler üzerindeki etkilerini öğrenmek için yeterli zamanı olmayabilir. Zaman içinde tüm bilgilerin her hastaya özel olarak açılmış tek bir dosyada toplanmasında büyük yarar vardır. Parkinson tedavisinde kullanılabilen sınırlı sayıda ilaç çeşidi vardır ve önemli olan belli bir hastanın bünyesinde gelişebilecek yan etkileri önceden kestirmek ya da bu etkileri ortadan kaldıracak girişimlerde bulunmaktır. İlk yan etki görüldüğünde ilaç kesmek ve hekim değiştirmek yanlış bir tutumdur.

Günümüzde Parkinson hastalığındaki belirtilerden sorumlu olan dopamin hücrelerinin hasarını onaracak kesin bir tedavi henüz bulunamamış olmakla birlikte, mevcut ilaçlar beyinde eksilmiş olan dopamini ya yerine koyar, ya da onun etkisini taklit eder. Kimisi de dopaminin kimyasal yolla parçalanmasını engelleyerek etkisini arttırır. İlaçların ömür boyu, düzenli olarak alınması gerekmektedir. Eğer ilaçlar hekimin tavsiyesi dışında kesilecek olursa, hastalık belirtileri er geç tekrar başlayacağı gibi, ilaçların ani kesilmesi seyrek de olsa hayatı tehdit eden durumlara yol açabilir. İlaçlar kadar fizik tedavi veya egzersizler de sıklıkla yararlı olmaktadır. Parkinson hastalığında özel bir diyet veya vitamin tedavisi önerilmez. Bir Parkinson hastasında tedavinin hedefi, öncelikle hastalığın seyri boyunca hastanın günlük yaşamında aktif, üretken ve bağımsız olabilmesini sağlamaktır.

İleride değinileceği gibi hastalığın bazı özel belirtilerinin tedavisinde cerrahi yöntemlere de başvurulmaktadır.

Parkinson hastalığında tedavi seçiminde dikkat edilecek bazı noktalar vardır. Hastanın bulunduğu yaş, belirtilerin ağırlık derecesi, en fazla rahatsızlık yaratan belirtinin türü (titreme ya da hareket yavaşlığı gibi) veya hastanın günlük işlerini kısıtlama derecesi göz önüne alınarak uygulanacak tedaviler farklı olacaktır. Hastalık belirtileri aynı düzeyde olsa bile genç veya yaşlı hastalarda tedavi türü ve ilaç dozları farklıdır. Hastalıkta 55-60 yaş sınır olarak kabul edilir ve daha erken ya da ileri yaşlardaki hastalarda tedavi seçenekleri farklı olur. Bunların dışında mesleğini sürdüren bir hastayla emekli bir hastanın tedavileri de az çok farklı olabilir. Örneğin mesleği spikerlik olan bir hastada konuşma bozukluğu, ya da mesleği gereği yazı yazması zorunlu olan bir kişinin elindeki titreme günlük aktivitesini bozmasa da, mesleklerini sürdürmelerini engelleyebilir. Emekli bir hastada bu tür belirtilerin önemi biraz daha az olabilmektedir. Hastanın erken evredeyken tanı aldığında, belirtilerin çok hafif olduğu durumlarda sadece koruyucu olduğu varsayılan ilaçlar (Selegilin, E vitamini gibi) verilerek hasta izlenir.

Tedavi protokolü her hastada farklı olmakla birlikte, tedavi seçiminde dikkat edilecek özellikler şöyle sıralanabilir:

1. Hastanın bulunduğu yaş

2. Hastalık evresi

3. Önde gelen belirti (titreme, hareket yavaşlığı vb.)

4. Hastayı en fazla rahatsız eden belirti

5. Mesleğini sürdürme veya emekli olma durumu

6. Unutkanlığın varlığı

7. Hastanın maddi gücü / sosyal güvencesinin olma durumu

Parkinson hastalığının esas belirtilerinden olan titreme, hareket yavaşlığı veya kas sertliği özellikle hastalığın erken dönemlerinde Parkinson ilaçlarıyla tamamen düzelebilir, ya da büyük ölçüde azalır. Örneğin azalmış göz kırpma, yavaşlamış yutma, yürürken kolları sallamama ve yüzün azalmış mimik hareketleri gibi otomatik hareketler tedaviden genellikle yarar görür. Bazı hastalarda görülen alçak ses tonu ve konuşma bozukluğu, halsizlik, yürüme bozukluğu, el yazısı, ağızdan salya akması, yutma bozukluğu, aşırı terleme, ağrı ya da uyuşmalar da etkili tedaviler ile düzelebilir.

En iyi tedaviye karşın hastalık yavaş ta olsa sürekli olarak ilerlediği için, önceden tedaviyle düzelmiş olan bazı belirtiler zamanla tekrar ortaya çıkabilir veya zaman içinde yeni belirtiler eklenebilir. Örneğin bir vücut yarısında hafif titreme ve kas sertliği olan bir hastada, Parkinson hastalığı tanısı konularak tedavi başlandığı zaman bu belirtiler kaybolur, ancak yıllar sonra titreme aralıklı olarak tekrar ortaya çıkabilir ya da yürürken bir ayağını zaman zaman sürükleme eğilimi gibi yeni bir belirti eklenebilir. Bu durumda hasta sıklıkla aldığı ilacın etkisini kaybetmiş olabileceğini düşünür, veya ilaçlara karşı “alışkanlık kazandığını” zanneder. Oysa hastalık yavaş bir şekilde giderek ilerlemektedir ve ilaç dozunda hafif arttırma yapılırsa bu belirtiler tekrar kontrol edilebilecektir. Parkinson hastalığında uygulanan çeşitli tedaviler ile aynı hastada her belirti eşit olarak düzelmeyebilir, kimisinde bazı belirtiler tamamen düzelirken bazıları daha az yarar görür, kimisi ise hiç düzelmeyebilir.

İlaçların yan etkileri:
Bazı hastalar Parkinson hastalığında kullanılan ilaçlara karşı diğerlerinden daha duyarlıdır. İlaçların bazı yan etkileri, hastaların bir kısmını pek az rahatsız ederken diğerlerini daha fazla rahatsız eder. İlaçların yararları kadar istenmeyen yan etkileri özellikle ileri yaştaki hastalarda, çok sayıda ilaç kullananlarda ve yüksek dozlarda ortaya çıkar. Genellikle tek bir ilacın dozunu ayarlayarak yapılan tedavi çok sayıdaki ilaçtan daha kolaydır. Ayrıca ikiden fazla ilaç tedavilerinde istenmeyen yan etkiler oluşursa, hangi ilacın sorumlu olduğu bilinmediği için hangisinin kesileceğini ya da azaltılacağını belirlemek zor olur. Tedavinin amacı istenilen etki ile istenmeyen yan etki arasındaki en iyi dozu bulmaktır. Genellikle zararsız olan yan etkiler ilacın günlük miktarının azaltılmasıyla düzelir. Bununla birlikte çoğu kez tedavinin ilk günlerinde beliren bazı yan etkiler doz değişikliği yapılmamasına karşın bir-iki haftada kaybolur. Eğer yan etkiler sürüyorsa ve ilacın dozu azaltılmak istenmiyorsa o zaman yan etkinin türüne göre düzeltici başka bir ilaç eklenebilir.

Güneş Kremi Kullanımı ( Doğrular ve Yanlışlar )

Güneş kremi yanlış kullanılıyor

"Güneş koruyucuları deniz kenarında sürmek etkisini 2 kat artırır. Bütün gün içerideyim, güneş kremi kullanmama gerek yok. Eskiden güneş kremi mi vardı" gibi düşüncelere sahipseniz güneş kremi hakkında doğru bilinen yanlışlara göz atmalısınız!

Güneş'ten koruyucular hakkında doğru bilinen yanlışlar için:

-"Güneş koruyucuları deniz kenarında sürmek etkisini 2 kat artırır."(yanlış)

-Güneş koruyucu kremler cildiniz tarafından 30 dakikada emilir. Bu nedenle plaja gitmeden veya güneşe çıkmadan 30 dakika önce evde sürüp çıkmanız gerekir.(doğru)

-"SPF 15 faktörlü, nemlendirici, SPF 15 faktörlü fondöten ve SPF 15 faktörlü pudra kullanıyorum. Yani toplam olarak 45 SPF faktörle korunuyorum."(yanlış)

-Üç SPF 15 faktörlü ürün kullanırken, sadece SPF 15 faktörle korunmuş olursunuz. Bunların toplamı diye bir durum söz konusu olamaz. Eğer farklı SPF değerli ürünler kullanırsanız yüksek koruma elde edebilirsiniz.(doğru)

Bel fıtığı tedavisinde yanlış ve doğrular

Bel fıtığı günümüzde en yaygın sağlık sorunlarından biri. Çok sık rastlanmasına rağmen bu hastalığı yeterince tanımıyoruz.

Bu nedenle belfıtığı tedavisinde yanlış bilinenleri sıraladık; tabii, bilimsel doğruları da...

Yanlış: Sert yerde yatmak bel ağrılarını giderir.Bel fıtığı oluşunca mutlaka ya yerde yatmalı ya da yatağın altına tahta koyup öyle yatmalı.
Doğru: Sert yerde yatmak sırt ve bel kaslarının tutulmasına neden olduğu için yarar yerine zarar getirir. İyi bir yaylı yatakta, tercihen yarı ortopedik bir yatakta yatmak en iyisidir.

Yanlış: Mutlaka sırtüstü yatılmalıdır.
Doğru: Hastanın en rahat ettiği pozisyon en iyisidir. Hastalar genellikle yan yatıp bacaklarını karınlarına doğru çektiklerinde daha rahat ederler, çünkü bu pozisyonda yatarken omurların arası açılacağından bacak sinirlerine olan bası azalır. Eğer hasta sırtüstü yatmak isterse belinin altına bir yastık koyması ve bacaklarını yüksek bir yere uzatması daha uygun olur.

Yanlış: Tuvalet ihtiyacı dışında kalkmadan 20-25 gün kesin yatak istirahati yapılmalıdır.
Doğru: İki gün yatak istirahati yeterlidir.Eğer hasta rahatlamazsa bir sonraki tedavi aşamasına geçilmelidir. Uzun süre yatmak hastada depresyona yol açabilir, depresyonun tedavisi bel fıtığının tedavisinden daha zordur.

Yanlış: Yürüyüşten, merdiven çıkıp inmekten kaçınmalı, daha çok oturmak tercih edilmelidir.
Doğru: Oturmak bele binen yükü arttırır, onbeş yirmi dakikadan fazla sürekli oturulmamalı, sık sık vücudun pozisyonu değiştirilmelidir.

Yanlış: Sürekli korse takmak beli toparlar, bele binen yükü azaltır.
Doğru: Omurga kırıkları ve kaymaları dışında sürekli korse takmak zararlıdır, beldeki kasların zayıflamasına yol açar.

Yanlış: Bel çektirme ile bel fıtığı geri gider, hasta rahatlar.
Doğru: Bel çektirme sadece omurların arka uzantılarının birbirleri arasında yaptıkları eklemlerdeki kaymalarda faydalıdır. İleri derecede bel fıtığı olan kişilere yapıldığında fıtığın kopmasına ve hasta için felç tehlikesinin ortaya çıkmasına sebep olur.

Yanlış: Bele balık bağlama, bardak çekme, masaj gibi alternatif yöntemler fıtığı yerine sokar.
Doğru: Bu gibi alternatif yöntemler sadece beldeki kan dolaşımını arttırır, böylece beldeki kaslar gevşer, hastada geçici rahatlama olur, fıtık üzerine bir etkisi olmaz.

Yanlış: Fizik tedavinin yapıldığı yer çok önemlidir.
Doğru: Fizik tedavinin yapıldığı yerin önemi vardır, ama yakınlığı çok daha önemlidir. Hastanın fizik tedaviden sonra üşütmeden, yorulmadan eve gitmesi gereklidir.

Yanlış: Fizik tedavi esnasında ağrı olursa bırakılmalıdır.
Doğru: Fizik tedavinin özellikle ilk üç gününde ağrıların artması normaldir, sabırla devam edilmelidir.

Yanlış: Fizik tedavinin etkisi ancak birkaç ayda belli olur.
Doğru: İlk on seans sonucunda hastanın ağrılarında bir gerileme olmuyorsa fizik tedaviyi sürdürmenin bir anlamı yoktur. Bir sonraki tedaviye geçilmelidir.

Yanlış: Mesai saatleri içinde fizik tedavi yapılabilir.
Doğru: Fizik tedavi bitiminde mutlaka yarım saat kırk beş dakika uzanıp ondan sonra normal yaşama devam edilmelidir.

Yanlış: Bele iğne yapılması bel fıtığını yok eder.
Doğru: Bele iğne yapılması hastanın ağrılarını geçici olarak yok eder, tamamen geçirmez. Yapılacak kortizonun birçok yan etkisi olduğu unutulmamalıdır.

Yanlış: Bel fıtığı ameliyatı çok risklidir, hastaların çoğu ya sakat kalır ya da kısıtlı bir yaşam sürdürmek zorunda kalır.
Doğru: Mikrocerrahi ile ve iyi bir beyin cerrahı tarafından yapılan bel fıtığı ameliyatlarının sakat kalma, felç olma gibi bir riski yoktur. Ameliyat hastayı daha rahat hareket edebilmesi için yapılır, onun hareketlerini kısıtlamak için değil.

Yanlış: Bel fıtığı ameliyatlarında hasta mutlaka narkoz almak zorundadır.
Doğru: Artık epidural anestezi ile hasta uyumadan da ameliyat yapılabilmekte, hastalar ameliyat sırasında sohbet edebilmekte, ayaklarını oynatabilmektedir. Bu yöntem sayesinde ameliyat sonrası uyanamama, bulantı, kusma gibi sorunlar oluşmamaktadır. Hasta ayağını oynatabildiği için ameliyat sırasında güç kontrolü de yapılabilmektedir.

Yanlış: Bel fıtığı ameliyatından sonra en az üç ay seyahat edilmez, araba kullanılmaz.
Doğru: Bel fıtığı ameliyatından sonra hastanın tatile veya bir seyahate çıkması istenilen bir durumdur. Hasta uçakla veya trenle ameliyatın gecesi, arabayla veya otobüsle ameliyattan iki gün sonra uzun yolculuğa çıkabilir. Ameliyattan bir hafta sonra tatil yapabilir, eğer İstanbul trafiği gibi stresli bir yerde değilse ameliyattan birkaç gün sonra araba kullanabilir.

Yanlış: Bel fıtığı ameliyatından sonra cinsel güç azalır, zaten ameliyattan sonra en az üç ay cinsel perhiz uygulanmalıdır.
Doğru: Bel fıtığının varlığı cinsel gücü azaltır, onun ameliyatla alınması zamanla kaybolanları geri döndürür. Ameliyat sonrası cinsel perhiz ise sadece on günlüktür.

Yanlış: Ameliyat sonrası futbol, kayak, tenis gibi sporlar bir daha yapılamaz, denize girilemez.
Doğru: Ameliyattan bir hafta sonra deniz ve havuz tedavi için yararlı girişimlerdir, yürüyüş ve yüzme hastanın normal yaşama dönmesini hızlandırır. Zıplayıcı sporlar iyileşmeyi geciktirdiği için iki ay süreyle yasaklanır, sonra spor öncesinde iyice ısınmak kaydıyla serbest bırakılır.

Yanlış: Sadece bel ağrısı belirtisi olan bel fıtığında ameliyat olunmalıdır.

Doğru: Bel fıtıklarının %90'ı ameliyatsız iyi edilebilmektedir. Sadece bel ağrısı veya uyuşma için ameliyat yapılamaz.

Yanlış: Bel ve bacak ağrımız varsa öncelikle ortopedi, nöroloji veya dahiliye uzmanına başvurmak gerekir.
Doğru: Bel ve bacak ağrımız varsa öncelikle beyin cerrahisi uzmanına başvurmak gerekir.

Dr. Vildan Çerçi

Güneş ışınlarından korunun

Hava sıcaklıklarının arttığı bu günlerde, güneş ışınlarına uzun süre maruz kalınması durumunda, deride güneş yanıkları, alerji, çillenme, kalınlaşma ve erken yaşlanmanın yanı sıra deri kanseri ve foto yaşlanma gibi rahatsızlıkların ortaya çıkabileceği bildirildi.

Konya Vakıf Hastanesi Dermatoloji Uzmanı Dr. Hamiyet Yılmaz, hava sıcaklıklarının arttığı bugünlerde, güneş ışınlarına maruz kalanlarda bazı rahatsızlıkların görülebileceğini söyledi.

Deriye ulaşan güneş ışınlarının bir kısmının deri tarafından emilip depolandığını, depolanan bu güneş ışınlarının da deride zaman içinde tahribatlara yol açabileceğini ifade eden Yılmaz, şunları kaydetti:

''Güneş ışınlarının ilk etkileri, güneş yanıkları ve güneş alerjileridir. Daha sonraki süreçte de güneş ışınları deride lekeler, çillenme, deride kalınlaşma ve kabalaşma, erken yaşlanma, ince damarların oluşması, deri esnekliğinin kaybolması ve deri kanseri gibi rahatsızlıklara neden olabilir. Deri kanserlerinin güneş ile ilişkili olduğu bir gerçektir. Cilt kanserinin yüzde 80'ni güneşe yoğun maruz kalanlarda görülmektedir. Özellikle açık tenli insanlarda güneş hasarının oranı çok yüksektir. Bu nedenle açık tenliler, güneşe karşı daha dikkatli olmalıdır.''

Güneşin zararlı etkilerine maruz kalmamak için yaşamın her döneminde güneşten korunması gerektiğini dile getiren Yılmaz, özellikle çocukların, yaşlıların ve açık tenlilerin güneşten korunmak konusunda daha duyarlı olması gerektiğini bildirdi.

26 Temmuz 2007 Perşembe

Bel Fıtığından Korunmak

Günümüzde tıp dev adımlarla ilerlemekte ve birçok hastalığın çaresi bulunmaktadır. Buna rağmen diğer bütün hastalıklarda olduğu gibi bel fıtığına yakalanmamak da en iyisidir. Yani tedbirler hastalıkla karşılaşmadan önce alınmalıdır. Maalesef insanlar sağlık gibi önemli bir nimetin kıymetini ancak onu kaybettiklerinde anlamaktadırlar. Fakat sağlık bir kez kaybedildiğinde tekrar kazanılması çok zor olmakta, bazen de bu mümkün olamamaktadır. Öyleyse sağlığımızın kıymetini hastalanmadan önce bilmeliyiz.

Bel sağlığını korumak için kişi hiçbir zaman çok ağır bir yükü kaldırmamalı, kaldıracaksa mutlak surette dizlerini kırarak yani çömelerek cismi yerden almalıdır. Belden eğilerek kaldırmamalıdır. Hiçbir cismi uzanarak almamalıdır. Meselâ, telefon çaldığında veya raftan kitap alırken uzanmamalıdır. Daima cisimlere yaklaşarak, arada mesafe bırakmaksızın almalıdır. Sağlıklı iken bel ve karın adalelerini güçlendirici egzersizler yapmalıdır. Hareketli bir hayat tarzını benimsemek yararlıdır.

Bel Fıtığı Nasıl Oluşur

Ağır bir yükü kaldırmak veya ters bir hareket yapmak gibi pekçok dış faktörün yanında kişiye ait faktörler de bel fıtığının oluşmasında önemli rol oynarlar. Çünkü öyle insan vardır ki 120 kg. kaldırır, hiçbir şey olmaz; öylesi de vardır ki 5 kg. kaldırır, bel fıtığı olur.

Kişiye ait faktörlerin başında omur kemikleri arasında bulunan ve disk adı verilen kıkırdaklardaki dejenerasyon gelir. Kâinatta hiçbir şeyin tesadüfe bırakılmamış olması gibi diskin beslenmesi de belirli bir plan ve program dahilinde gerçekleşmektedir. Belirli maddeler diskin belirli yerlerinden geçmektedir. Ancak yaş ilerledikçe diski besleyen damarlar da azalır ve yaklaşık sekiz yaşından sonra hiç görülmezler. Bu yaştan sonra diskin beslenmesi diffüzyonla olur. Disklerin ihtiva ettiği su oranı da çocuk yaştan itibaren yavaş yavaş azalmaya başlar. Bir ceninin diskinde su oranı % 90 iken, çocuklarda bu oran % 80'e, yetişkinlerde ise % 50-60'a düşer. Neticede disk de giderek küçülür ve yüksekliği azalır. Buna disklerdeki beslenme bozukluğu ve mikro seviyedeki değişiklikler ile kimyasal değişiklikler ve disk üzerine uygulanan mekanik kuvvetlerin yaptığı dejenerasyon eşlik eder. Diske giren oksijen ve besin miktarı giderek azalırken metabolizma artıklarının atılması zorlaşır. Disk zamanla elastikiyetini yitirir, artık kuvvet aktarma ve kuvveti çevre dokularda dengeli bir şekilde yayma görevini yapamaz olur. Diskin içinde bulunan ve tamir görevi üstlenen destek hücrelerinin sayısı da yaş ilerledikçe azalır. Tamir olayı zayıflar. Mikro düzeyde bulunan çatlaklar üzerine aşırı yük binince veya kişi yanlış bir hareket yaptığında diskin içindeki yumuşak kısım etrafındaki kapsülü kolayca yırtarak dışarıya doğru çıkar ve bel fıtığı oluşur. Yani zemin hazır hale geldikten sonra bardağı taşıran son bir damla gerekmektedir ki bu, hafif bir cismi kaldırmak veya sadece öksürmek de olabilir.

Bazı ailelerin tüm fertlerinde kıkırdak yapıdaki dejenerasyon nisbeten daha erken yaşlarda olmakta, dolayısıyla daha sık ve kolay bel fıtığına yakalanmaktadırlar. Öyle aileler vardır ki, dede, baba ve çeşitli yakın akrabaları bel fıtığından ameliyat etmişizdir. Yani kıkırdak yapıdaki dejenerasyonun genetik yönünün olduğu da söylenebilir.

Damarlardaki hastalıklar, şeker hastalığı ve sigara kullanımı, diske gelen kan akımının miktar ve kalitesini, dolayısıyla onun beslenmesini olumsuz yönde etkileyerek dejenerasyonu hızlandırırlar.

Bel fıtığının oluşumunda rol oynayan dış faktörlerin başında günlük aktiviteler esnasında ortaya konan bilinçsiz hareketler gelmektedir. Eğilerek veya uzanarak bir yük kaldırdığımızda belde bulunan diskler üzerine binen yük simetrik değil, asimetrik olmaktadır. Böyle bir durumda bel fıtığının nasıl kolayca teşekkül edebileceğini aşağıdaki şekiller sade bir tarzda izah etmektedir. .
1. Diskin dış kısmını oluşturan lifler 30 derecelik açı ile sıralanırlar ve içerideki nükleus denen kısmın çeşitli kuvvetlerin etkisiyle dışarıya doğru taşmasını engellerler. Yani bu lifler bel fıtığının gelişmesine ciddi bir engel teşkil ederler.
2. Yük diskin üzerine simetrik uygulandığında diskin iç ve dış kısımlarını meydana getiren yapılar bariz şekilde deforme olur. Fakat bu deformasyon simetrik olduğundan bel fıtığı kolayca gelişemez.
3. Yük diskin üzerine asimetrik binerse, yükün uygulandığı tarafta komşu iki omur kemiği birbirine yaklaşır, aradaki mesafe daralır ve diskin kapsül kısmı deforme olarak dışarıya doğru taşar.
4. Diskin içindeki nükleus denen kısım ise maruz kaldığı basıncın etkisiyle karşı kenara doğru gitme eğilimindedir. Halbuki karşı kenarın dış kısmını oluşturan lifler bu pozisyonda gerilmiş ve zayıf düşmüşlerdir. Bu durumda asimetrik olarak uygulanan yük nükleusun karşı taraftan dışarıya taşmasını, yani bel fıtığı teşekkülünü kolayca gerçekleştirecektir.

Bel Fıtığı Hakkında Açıklama

Belimizde 5 adet omur kemiği vardır. Bu kemikler arasında da disk adı verilen kıkırdaklar bulunur. Disk, özel bir bağ dokusu organıdır ve omurganın dayanıklılığına, hareketliliğine ve zorlamalara karşı dirençli olmasına, omurgaya uygulanan şok şeklindeki darbelerin emilmesine ve kuvvetin çevre dokulara dengeli bir şekilde dağılmasına hizmet eder.
Bel fıtığı, beldeki omur kemikleri arasında bulunan ve adeta bir amortisör gibi görev yapan bu disklerin fıtıklaşması sonucu ortaya çıkan bir rahatsızlıktır. Disklerin iç kısmında nükleus pulpozus denen jöle kıvamında yumuşak bir bölüm, bunun dışında anulus fibrozus adı verilen daha sert bir fibröz tabaka, omur kemiklerine bakan yüzlerde ise her iki tarafta son-plak olarak adlandırılan kıkırdak yapılar vardır. Dıştaki tabakanın anatomik bütünlüğünün bozularak içerideki yumuşak kısmın dışarıya doğru taşmasına fıtıklaşma denir. Fıtıklaşan yani dışarıya doğru taşan disk, omurilik kanalı (spinal kanal) içinden veya kendisinin arka-yan tarafından geçmekte olan sinirleri sıkıştırır ve hastalık böylelikle kendisini belli eder .
Ayrıca fıtıklaşmış diskten ortama salınan bazı kimyasal maddeler de sinir köklerini etkileyerek ağrıya neden olurlar.

Lazer Epilasyon Hakkında Detaylı Açıklama

Lazer epilasyon vücutta oluşan tüylenmenin önlenmesinde en önemli gelişmedir. Lazer epilasyon öncesinde vücutta istenmeyen tüylerin yok edilmesi için ağda, cımbız, traş gibi yöntemlerle çözüm aranmakta idi.
Lazer epilasyon sayesinde kalıcı olmayan bu yöntemlerin kullanılmasınada gerek kalmamış oldu.
Lazer epilasyon haricinde halen kullanılmakta olan iğneli epilasyon yöntemide kalıcı çözüm sunmaktadır, iğneli epilasyon lazer epilasyona göre daha fazla zaman almakta, ağrılı ve daha pahalı olan bir çözümdür.

Lazer epilasyon tedavisinde en önemli başarılar açık tenli ve koyu renkli tüylenmesi olan kişilerde alınmaktadır. Aksi durumlarda lazer epilasyon halen iyi sonuçlar vermemekte ve bu konudaki çalışmalar devam etmektedir.

Lazer epilasyon uygulayan merkezlerde hastaların ten rengi ve tüylenme durumları göz önünde bulundurularak lazer sistemi farklı farklı uygulanır. Bu nedenle lazer epilasyon yaptırmaya karar verdiğinizde konunun uzmanları ile görüşüp profesyonel olarak çalışan işletmelerde bu işlemi gerçekleştirmenizde fayda var.

Çünkü lazer epilasyon uygulaması sırasında bilgi, deneyim ve teknik ekipmanlar çok önemlidir… Lazer epilasyon sonucunda oluşacak etkilerin istenen ölçüde olmasının bu faktörlerle direkt olarak bağlantısı bulunmaktadır.

Lazer epilasyon tekniğinin iğneli epilasyon tekniğine göre bazı üstünlükleri vardır bunları kısaca;
- Lazer epilasyon uygulama süresi iğneli epilasyon tekniğine göre daha kısa sürmektedir.
- Lazer epilasyon uygulaması sırasında iğneli epilasyon tekniğinde duyulabilecek ağrılar duyulmamaktadır bu teknik ile tedavi gören kişilerde herhangi bir ağrı görünmemektedir.
- Epilasyon merkezlerindende öğrenilebileceği gibi lazer epilasyon tekniği iğneli epilasyona göre daha ucuzdur.

İğneli epilasyon tekniğinde her kıl kökü için ayrı ayrı işlem yapılmaktadır fakat lazer epilasyon ile aynı anda birden fazla kıl köküne işlem yapıldığından daha az zaman almakta ve maliyeti daha düşük olmaktadır.

Kusursuz bacakların sırrı

Yaz sezonunun iki hit parçası mini etek ve şort bacakları mükemmel bir şekilde gözler önüne serme fırsatı veriyor. Peki, kusursuz bacaklara sahip olmak için ne yapmak gerekiyor?

1. Adım: İstenmeyen tüylerden kurtulmak
Bacaklarınızdaki istenmeyen tüylerden kurtulmanın hem zaman, hem de uygulama olarak çeşitli yolları bulunuyor. Ağda ve epilasyon sonrasındaki iki günü cilt yüzeyindeki kızarıklıklardan kurtulma süresi olarak hesaplamalısınız. Buna karşın bacaklarınız 4-6 hafta arası pürüzsüzlüğünü koruyacak. Kuru ya da ıslak jilet yönteminde ise bacaklar ilk gün mükemmel görünse de üçüncü günde yeni çıkan tüylerden rahatsızlık duymanız işten bile değil.

2. Adım: Kremlemek ve masaj yapmak
Her gün duştan sonra vücudunuzun yanı sıra sorunlu bölgelerinize mutlaka krem sürün. Cilt duş sonrası ürününü en etkili şekilde emer ve bileşimindeki maddelerle kan dolaşımını hızlandırır.

3. Adım: Beslenme alışkanlıklarını değiştirmek
Organizmanın aşırı beslenmesi bağ dokusunun gevşemesine neden olur. Kahve, beyaz ekmek, tatlı, et, alkol gibi asit yapıcı besinler yerine sebze, tavuk, balık ve tahıllı ekmek yemek çok daha sağlıklı. Özellikle enginar ve greyfurdun zayıflatıcı etkileri biliniyor.

Kepeğin çaresi bulundu

"Kepeğe karşı her yolu denedim, ama başarılı olamadım" diyorsanız üzülmeyin. Çünkü kepeğin çaresi bulundu. İşte çaresi....

Başta kanser olmak üzere, kansızlık, böbrek taşı, romatizma, varis gibi birçok hastalığın tedavisinde kullanılan ısırganotu, sorunlu saçların da ilacı. Isırganotu, sağlığımız üzerindeki yararlarının yanı sıra; ergenlik sivilcelerini yok ediyor, saçları canlandırıyor dökülmesini önlüyor, sıkılaştırıyor ve kepeği gideriyor.

1- Yarım litre taze kaynatılmış su içine, 5 poşet ısırganotu çayını ilave edin. Kabın ağzını kapatın ve 5-10 dakika demlendirip, soğutun. Elde ettiğiniz bu infüzyonu saçlarınızı yıkayıp duruladıktan sonra durulama suyu olarak kullanın. Saç diplerine yapacağınız masaj, zaman içinde saç kaybını önler, saçları güçlendirir ve kepek oluşumuna engel olur. Ayrıca bu infüzyonu tonik olarak kullandığınızda cildiniz de sıkılaşır.

2- 100 gram dulavrat otu kökü, 100 gram ısırganotu kökü ve 60 gram simsir ağacı yaprağını iki litre sirke içine bırakın. Bitkileri sekiz gün sıcak bir yerde dinlendirdikten sonra süzün. Elde edeceğiniz sıvıyla kafa derisine masaj yapın. Düzenli olarak yapacağınız masaj sayesinde saçlarınız kısa zamanda eski gücüne kavuşacak.

3- Kepeğe karşı 2 bardak dolusu kaynar derecedeki suya 1 tatlı kaşığı dolusu ince kıyılmış hindiba çiçeği(sarı saçlara), veya bir tatlı kaşığı dolusu ince kıyılmış ısırganotu yaprağı(kumraldan esmere kadar) ekleyin ve soğuyana kadar demlenmeye bırakın. Sonra süzün ve saçlarınızı durulanırken, kafa derisine de hafif masaj yapın.

4. Kafa derisi kaşıntısına karşı ¼ litre elma sirkesi kaynama derecesine kadar ısıtın (ama kaynatmayın) ve içine 1 avuç dolusu ısırganotu yaprağı ekleyin. 15 dakika demlendikten sonra süzün, saçlarınızı bu suyla durulayın ve kafa derisine masaj yapılır.

Zayıflamak için semizotu ve havuç yiyin

SEMİZOTU: Kanı temizler, idrar söktürür, sinir krizleri ve beyin yorgunluğunu geçirir, böbrekteki kum ve taşı döker. Tüm bunların yanı sıra şeker hastalarının susuzluğunu azaltır, kilo vermeye yardımcı olur.

HAVUÇ: Kilo alıp vermemizde temel olan kan şekeri dengemizin korunması, aldığımız besinlerin glisemik endekslerine bağlıdır. Havuç, yüksek glisemik endeks içeren bir besin olmakla birlikte belli aralıklarla ve doğru şekilde tüketildiğinde sağlıklı beslenmede yerini alabilir. En doğrusu çiğ ya da haşlayarak tüketmektir. Gözler için çok faydalı olan havuç, mide ve bağırsak kanamalarında da etkilidir. Ayrıca damar sertliğini engeller, akciğer kanseri riskini düşürür.

BROKOLİ: Brokolinin içerdiği beta karoten, yemek borusu, mide, bağırsak kanserlerinin riskini azaltıcı etkiye sahiptir. Brokoli ayrıca, B1 ve C vitaminleri, kalsiyum, kükürt, potasyum ve selenyum maddeleri içerir.

PATLICAN: Kalp çarpıntısını giderir. Patlıcanın ayrıca pankreas, karaciğer ve böbrekleri kuvvetlendirici, idrar söktürücü etkileri bulunmaktadır.

ENGİNAR: Karaciğer ve kalbin en iyi dostu olan enginar, kanı temizler ve yorgunluğu giderir. Ayrıca kalp adalelerini kuvvetlendirir, kolesterolü düşürür, mide ve bağırsakları dezenfekte ederek ishali durdurmaya yardımcı olur.

BEZELYE: Kansızlığı gideren ve pekliği geçiren taze bezelyenin, kan kanserine karşı koruyucu etkisi bulunmaktadır. Tıpkı havuç gibi glisemik endeksi yüksek bir besindir.

FASULYE: Taze fasulye, pankreas bezesini, böbrekleri, karaciğeri ve kalbi kuvvetlendirdiği gibi, albümin ve şeker hastalığına karşı etkilidir.

ISPANAK: Demir yönünden zengin ıspanak, diğer yapraklı sebzelere nazaran daha çok protein içerir. Ispanak suyu, soğuk algınlıklarına karşı direnç sağlar, hemoroid rahatsızlığına iyi gelir, kalp adelelerini güçlendirir. Ispanak ayrıca, kemikleri ve dişleri sağlamlaştırır.

Zayıflatan 10 yaz yiyeceği



Bu yaz zayıflayanlar kervanına katılmak istiyorsanız, size yardımcı olacak öneriler burada.

1. Salatalık

Düşük kalori ve yüksek su içeren salatalık, formda kalmanızı ve zayıflamanızı sağlar. Sadace bir salatalıkta sadece 45 kalori vardır.

2. Kırmızı üzüm

Bir kasede ortalama 80 kalori içerir, soğuk üzüm tatlı isteğinizi karşılayan mükemmel bir seçenek olabilir.

3. Yaz salatası
Ağırlıklı olarak düşük kalorili yaz sebzeleri içeren yaz salataları, kalori bakımından oldukça düşük ancak doyurucu ve zayıflatıcıdır.

4. Soğuk filtre kahve

Cafein sizi canlandırır.. Kaymaksız süt eklenmiş filtre kahve, kan şekeri seviyenizin normal kalmasına ve metabolizmanızın çalışmaya devam etmesine yardımcı olur.

5. Izgarada pişirilmiş sebzeler..

Mantar, soğan, dolmalık biberler, kabak, patlıcan, kuş konmaz gibi sebzeleri ızgarada pişirin. Hem hazırlaması kolay hem de düşük kalorilidir.. Zeyinyağı ile hafifçe yağladığınız sebzeler, tuz eklenerek yenilebilir.

6. Yağsız patlamış mısır

Mısır yağda yapıldığında kilo almanıza neden olabilir. Ancak bir kase yağsız patlamış mısırda sadece 30 kalori ve 2 gr lif bulunur. Bunu yiyerek de zayıf kalabilirsiniz.

7. Yağsız çeşnili yoğurt

Serinlemenin en doğal yolu yoğurt aynı zamanda zayıflamanıza da yardımcı oluyor. Yağsız yoğurdun içerdiği karbonhidrat ve protein uzun süre tok hissetmenizi sağlar.

8. Şekersiz buzlu çay
İlk başta ´şekersiz´ tanımlaması size hoş gözükmeyebilir. Kalorisiz doğal içecek buzlu çayınıza taze meyve dilimleri ekleyerek içeceğinizi tatlandırabilir, gecenizi serinletebilirsiniz.

9. Karpuz
Bol bol karpuz yiyin.. Su ve C vitamini bakımından zengin olan karpuzun bir kasesi veya suyu sadece 80 kaloridir.

10. Çorba

Midenizi yeni yapılmış ve biraz soğumaya bırakılmış domates çorbası ile doldurun. Bir kase çorba sadece 50 ila 100 kalori arasındadır.

Parkinson Hastalığı Hakkında Detaylı Bilgi

Parkinson Hastalığı ve Parkinsonizm

Parkinson hastalığı da dahil olmak üzere, bu hastalığın belirtilerinin hemen hemen aynısının görüldüğü, ancak farklı nedenlere bağlı olarak gelişen çok sayıda hastalık “Parkinsonizm” başlığı altında toplanır. Genel olarak deneyimli bir nörolog, hasta ve yakınının verdiği ayrıntılı hastalık öyküsü ve muayene bulgularına dayanarak, Parkinson hastalığı ile parkinsonizm tablolarını birbirinden ayırt edebilir. Ancak, bu gruptaki hastalıklar Parkinson hastalığına o kadar benzer ki, bazen bu konu ile ilgili uzman hekimin bile yalnızca muayene bulguları ile karar vermesi güç olabilmektedir. Böyle durumlarda bazı laboratuar veya röntgen incelemeleri gerekebilir. Yabancı kaynaklara bakıldığında, yaşamında Parkinson hastalığı tanısı almış hastaların vefat ettikten sonra yapılan beyin otopsilerinde, yaklaşık % 20 hastada Parkinson hastalığı tanısının doğru olmadığı ve diğer parkinsonizmlere ait bulguların bulunduğu görülmektedir. Bu nedenle önce parkinsonizmlerden kısaca söz etmeyi, daha sonra Parkinson hastalığını daha ayrıntılı biçimde ele almayı uygun bulduk.

PARKİNSONİZM NEDİR?


Parkinsonizm kelimesi belli bir hastalıktan çok, değişik nedenlere bağlı olarak ortaya çıkan bir dizi belirtiyle tanınan bir çok hastalığı çağrıştırır. Bunlarda da Parkinson hastalığında görülen belirtiler dikkati çeker; örneğin, uzuvların titremesi, vücut hareketlerinin yavaşlığı, kasların sertliği, öne eğik duruş şekli, küçük adımlarla ve ayaklarını sürüyerek yürüme, hızlı ve monoton konuşma vb. Ancak, parkinsonizm tablolarında Parkinson hastalığı belirtilerinin yanı sıra, sıklıkla beynin başka bölümlerinin de etkilenmesi sonucu çok sayıda ek belirti mevcuttur. Bu hastalıkların nedenleri farklı olduğu için tedavileri de değişik olabilmektedir. Kimisi tamamen iyileşme gösterirken, kimisi hızlı bir seyirle ağırlaşabilmektedir. Bu nedenle bir parkinsonizmli bir hasta görüldüğünde esas sebebin araştırılması ve kesin tanı konulması önemlidir.

Parkinsonizme yol açan nedenler:

1- İdyopatik Parkinson hastalığı: Parkinsonizm tabloları arasından en sık rastlanılan hastalıktır. Parkinson hastalığında beynin derin kısmında yer alan kara çekirdekteki (substansiya nigra) dopamin adlı kimyasal maddeyi üreten sinir hücreleri hasara uğrar ve eksilir. Bu hasara yol açan nedenler kesin olarak bilinmediği için, Parkinson hastalığı, tıpta sebebi bilinmeyen anlamında kullanılan “idyopatik” kelimesi ile anılır. Bu hücrelerin uzantıları “striyatum” (çizgili cisim) adı verilen bölgelerdedir ve burada yer alan alıcı yapılara (reseptör), salınmış olan dopamin bağlanır ve bilgiyi bir sinir hücresinden diğerine iletir. Beyinde yeterli dopamin yapılamadığı için uzuvlarda istirahat halindeyken titreme, kas sertliği, hareket yavaşlığı ve duruş bozukluğu ile şekillenen Parkinson hastalığı belirtileri ortaya çıkar.

2- Sekonder parkinsonizm: Dopamin hücrelerinin görevini yapamaz hale gelmelerine yol açan çeşitli sebepler arasında substansiya nigrayı etkileyen damar hastalıkları veya tümörler, karbon monoksit gibi bazı kimyasal maddelerle zehirlenmeler, ansefalitler (beyin dokusu iltihabı) vb. sayılabilir. Bazı ilaçlar dopaminin bağlandığı striyatum bölgelerindeki doğal etkisini engeller, böylece dopamin kimyasal mesajını iletemez ve dopamin eksikliği varmış gibi bir sonuç doğar. Psikiyatri hastalarında kullanılan bazı ilaçlar (nöroleptikler) ile içinde rezerpin bulunan tansiyon düşürücüler ve kusmaya karşı kullanılan bir çok ilaç parkinsonizm tablosuna yol açabilir, fakat sorumlu ilacın kesilmesiyle bu durum düzelir.

3- Parkinson-artı sendromlar: Dopamin içeren substansiya nigra hücrelerinin yanı sıra, striyatumdaki sinir hücrelerinin de hasara uğradığı (dejenerasyon) bu hastalıklarda, Parkinson hastalığı belirtilerinin yanı sıra, beynin başka bölgelerini de ilgilendiren çeşitli nörolojik belirtiler saptanır. Bu grup içinde yer alan ve multisistem atrofi (MSA) başlığı altında toplanan hastalıklar Parkinson hastalığından farklı olarak, vücudun iki yarısını simetrik olarak tutarlar, daha hızlı ilerlerler, hastalığın erken dönemlerinde hızlı ilerleyen konuşma ve denge bozuklukları ile düşmelere yol açarlar. Bu grupta yer alan bir kısım hastada parkinsonizmin yanı sıra, hayaller ve hezeyanların eşlik ettiği bunama hali geliştiği tablolara Lewy cismi demansı adı verilir. Parkinson-artı sendromlar içinde yer alan hastalar, Parkinson hastalığının belirtilerini düzelten levodopadan başlangıçta yarar görmelerine karşın, kısa sürede ilaçtan eskisi gibi yarar görmezler. Ancak yine de günümüzde bu hastalıklara yönelik özel tedaviler bulunmadığı için, Parkinson hastalığında kullanılan ilaçlar oldukça yüksek dozlarda kullanılır.

4- Kalıtsal nörodejeneratif hastalıklara eşlik eden parkinsonizmler: Parkinsonizm içinde yer alan hastalıkların küçük bir bölümünün kalıtımla geçtiği bilinir. Bunların başında “Wilson” hastalığı gelir ki erken tanısı çok önemlidir, çünkü hastalığa özgü tedavi mevcut olup hayat kurtarıcıdır. Diğerlerinde yine Parkinson hastalığı bulgularının yanı sıra, sinir sisteminin bir çok yerinin etkilendiğini yansıtan zengin nörolojik bulgular saptanır.

PARKİNSON HASTALIĞI KİMLERDE GÖRÜLÜR ?

Parkinson hastalığı ilk kez 1817 yılında İngiliz hekim James Parkinson tarafından, “shaking palsy” (titrek felç) adıyla tanımlanmıştır. Bu hekimin adıyla anılan ve bugünkü anlamda felç özelliği taşımayan hastalık, tanınması gereken en önemli ve en sık görülen parkinsonizm tipidir.

Hastalık 40-75 yaşları arasında, sıklıkla da 60 yaşın üzerinde başlar. Tüm Parkinson hastalarının sadece % 5 ila 10’unda hastalık başlangıç yaşı 20 ila 40 yaşları arasındadır. Hastalık genellikle sinsi başlar ve belirtileri yıllar içinde, son derece yavaş ama giderek artan biçimde ilerler. Hastaların çoğunda belirtiler tek bir beden yarısında ortaya çıkma eğilimindedir, ancak zamanla karşı beden yarısında da kendini gösterir. Hastalığın ilerleme hızı ile belirtilerin türü ve şiddeti hastadan hastaya değişiklik gösterecek şekilde farklıdır.

Parkinson hastalığı erkeklerde kadınlara oranla biraz daha sık görülür. Dünyanın her yanında ve her türlü sosyoekonomik koşulda rastlanılan hastalığın görülme sıklığı çeşitli ülkelerde farklıdır. Libya'da Bingazi şehrinde yapılan bir araştırmada 100 000'de 31 kişide rastlanan hastalık, kapı-kapı dolaşılarak Hindistan'da Bombay şehrinde yapılan ve tüm yaş gruplarını kapsayan bir çalışmada 100 000'de 328, İspanya'da yapılan benzer çalışmada ise 100 000'de 270 oranında saptanmıştır. Kapı-kapı dolaşılarak 50 yaşın üzerindeki toplum kesimlerinde yapılan çalışmalarda bu oran yaklaşık 100 000’de 15-170 arasında bulunmuştur. Toplumda 65 yaş üzerinde her 100 kişiden birinin Parkinson hastası olduğu kabul edilmektedir.

PARKİNSON HASTALIĞININ OLUŞMA NEDENİ

Parkinson hastalığı, üst beyin sapı bölgesinde yer alan substansiya nigra hücrelerinin azalmasından ileri gelir. Bu hücreler “dopamin” denilen bir madde yapar, depolar ve bunu kimyasal iletici olarak beynin derinliğindeki “striyatum” denilen yapının sinir hücreleriyle kurulan bağlantıda kullanır. Substansiya nigra hücreleri hasara uğrarsa dopamin yapıp depolayamazlar ve sonuç olarak striyatumda dopamin eksilir. Bu hücre hasarı % 80 gibi ciddi boyutta olduğunda Parkinson hastalığı belirtileri ortaya çıkmaya başlar.

Bu hücrelerin hasara uğramalarının nedeni bugün için hala bilinmemektedir. Bunun rasgele bir durum olmadığı ve damar sertliği, zayıf kan dolaşımı, iltihabi ya da mikrobik kökenli değişikliklerden ileri gelmediği açıkça bellidir. Henüz keşfedilmemiş bazı maddelerin eksikliğinin ya da bilinmeyen bir toksinin bu hücre hasarından sorumlu olabileceği ileri sürülmüştür. 1982 yılında Kaliforniya’da sentetik eroin kullanan gençlerde Parkinson hastalığı belirtilerinin ortaya çıktığı gözlendikten sonra eroindeki zararlı maddenin “1-metil, 4-fenil, 1,2,3,6-tetrahidropiridin (MPTP)” yapısında olduğu ve bunun beyinde dopamin hücrelerini öldürdüğü kesin olarak anlaşılmıştır. Bu gözleme dayanarak kimyasal yapısı MPTP’ye benzeyen bazı maddelerin çevrede ya da bazı gıdalarda bulunabileceği ve hastalıktan sorumlu olabileceği görüşü doğmuştur. Konuyla ilgili yoğun araştırmaların sürdürülmesine karşın, bugün için kesin kanıtlar henüz yoktur.

Nadir de olsa ailevi Parkinson hastalığı tanımlanmıştır. Moleküler genetik alanındaki yeni gelişmeler sonucunda, Parkinson hastalığına yol açan, başta baskın özellikte kalıtsal geçiş gösteren "sinüklein" genindeki mütasyon olmak üzere, baskın ya da çekinik (yani her nesilde görülmeyen) özellikte kalıtsal geçiş gösteren bugün için 11 tane birbirinden farklı "parkin" geninde mutasyon (kalıtsal bilgide değişiklik) saptanmıştır. Kalıtsal özellikteki Parkinson hastalığı daha çok genç yaşlarda başlar ve tüm Parkinson hastalarının yaklaşık % 5’ini oluşturur.

Karı-kocanın her ikisinde de Parkinson hastalığının % 2’den daha az sıklıkta görülmesi hastalığın bulaşıcı olmadığının göstergesidir. Eşlerin aynı çevreyi, aynı beslenme şeklini, hastalık ortaya çıkmadan yıllar önce paylaşmakta olmaları beslenmeye ait unsurların da hastalığa neden olmadığına işaret eder.

Günümüzde idiyopatik Parkinson hastalığının, genetik yatkınlık ve çevreden gelen etkiler sonucu ortaya çıkan ve birden çok faktöre bağlı olduğu bir hastalık olduğu kabul edilmektedir.

PARKİNSON HASTALIĞINDA SİGARA VEYA KAHVENİN KORUYUCU ETKİSİ VAR MIDIR?

Hastalarımızın yakından ilgisini çeken bu konuya ilişkin olarak, geçtiğimiz yıllarda, sigara içen kişilerin Parkinson hastalığına yakalanma risklerinin, içmeyenlere göre daha düşük olduğuna dair yayınlar bizim de dikkati çekmekteydi. Sigarada bulunan nikotinin, beyinde eksilmiş olan dopamin düzeylerini arttırdığı, dolayısıyla olumlu etki gösterdiği ileri sürülüyordu. Ancak daha sonraki yıllarda yapılan ve çok sayıda Parkinson hastasını kapsayan bilimsel araştırmalarda evvelce sanılanın tersine, sigaranın Parkinson hastalığından koruyucu bir etkisi olduğuna dair bir sonuç elde edilememiştir. Bunun tam tersine sigara kullanmanın sağlık için son derecede zararlı olduğu, örneğin akciğer kanseri, kalp ve beyin damarlarını tıkayarak bir çok ölümcül hastalığa yol açtığı artık kesin olarak bilinmekte olup, hiçbir şekilde önerilmemektedir.

Yakın yıllarda kahvenin bu hastalığın gelişmesine karşı koruyucu bir etkisinin olabileceğine dair veriler elde edilmekle birlikte, henüz bu konuda yeterli kanıtların olmadığı ve daha kapsamlı çalışmaların gerekliliği vurgulanmaktadır.

PARKİNSON HASTALIĞININ İLK BELİRTİLERİ

Parkinson hastalığı genellikle çok sinsi ve yavaş bir biçimde başlar, öyle ki hastalar çoğu zaman hastalığın başlangıç tarihini kesin olarak söyleyemezler. Hastalar ilk belirtinin farkına vardıkları zaman hastalığın bazı belirtileri uzun zaman önce başlamış olabilir. Bir elinde titreme yakınmasıyla başvuran bir hastanın,5-6 yıl öncesine ait çekilmiş video filmlerinde yürürken bir kolunu sallamadığı fark edilebilir ya da bazen hastanın eski fotoğraflarında öne eğik duruş özelliği dikkati çekebilir. Parkinson hastalarının büyük çoğunluğunda sıklıkla ilk belirti bir elde veya el parmağında titremedir, kimi hastada ise yazı yazarken harflerde küçülme veya yüzünde donuk ifade ilk belirtiyi oluşturur.

PARKİNSON HASTALIĞININ TEMEL BELİRTİLERİ

Titreme (Tremor)


Parkinson hastalığının titreme, kas sertliği ve hareket azlığı ile şekillenen üç temel belirtisinden en belirgini olan titreme genellikle hastanın doktora en sık başvurma nedenidir. Parkinson hastalarının yaklaşık % 80’inde titreme ortaya çıkmaktadır.

Titreme sıklıkla bir taraftaki elde, bazen de bir ayakta ortaya çıkar. Titreme tek bir parmağa sınırlı kalabildiği gibi bazen dili, dudakları veya çeneyi de etkileyebilir. Ancak Parkinson hastalığı baş veya ses titremesine yol açmaz.

Titreme baş parmak ve işaret parmakların ileri-geri hareketleri ve elin bozuk para sayma ya da bir çakıl taşını baş parmak ve işaret parmak arasında yuvarlama hareketi şeklinde olabilir. Titreme ayakta ortaya çıktığı zaman pedala basma hareketini andırır.

Düzenli ve belli bir hızda olan titreme saniyede 5-6 vurumludur. Diğer hastalıklarda görülebilen titremelere benzemeksizin, Parkinson hastalığında etkilenmiş olan el veya ayak dinlenme sırasında titrer. Titreme uyku sırasında ve o uzvun harekete başlamasıyla kaybolur. Sinirlilik, yürüme, stres altında kalma ya da aşırı zihinsel faaliyet titremeyi arttırır. Böylece aralıklı olarak ortaya çıkabilen titreme hastanın ruh halini yansıtabilir. Örneğin evde gazete okurken titremesi olmayan bir hastanın ziyaretçisi gelince titremesi tekrar ortaya çıkabilir. Titremenin bu yönü nedeniyle hastalar toplum içinde sıkıntıya girmekte ve arkadaş arasında olmaktan vazgeçmektedirler.

Hastalar gözle fark edilemeyecek kadar ince titremeyi bile hissedebilirler ve bunu titreşim hissi gibi algılarlar. Nadir olarak görülen karın kaslarının titremesi, içerde titreyen bir şey varmış gibi hissedilir. Diyafram veya göğüs kasları titremesi “çarpıntı” gibi hissedilir ve hasta kalple ilgili bir sorun olduğunu düşünerek ilgili hekime başvurur.

Titremesi olan her kişinin Parkinson hastası olmadığını vurgulamak gerekir. Sağlıklı insanlarda korku, heyecan gibi stresli durumlarda ellerde, bacaklarda geçici olarak titreme ortaya çıkabilir. Bunun dışında her yaşta görülebilen ve “esansiyel tremor” adı verilen iyi huylu, ailevi bir hastalıkta, kollar öne doğru uzatılınca ellerde titreme olur, özellikle bu gruptaki yaşlı hastalarda başın da titrediği görülebilir. Bu hastalığın bir çok özelliği gibi tedavisi de Parkinson hastalığından farklıdır. Bunun dışında titremeye yol açan çeşitli nedenler arasında, bazı ilaçların kullanımı, tiroid bezinin aşırı çalışması veya beyincik hastalıkları sayılabilir.

Kas sertliği (Rijidite)

Bazı hastalar uzuvlarda sertlik hissinden yakınırlar. Bununla birlikte kas sertliği çoğu kez hastanın bir yakınması olmayıp hekimin fizik muayenede pasif harekete karşı olan bir direncin varlığını saptaması ile tanınır. Hekim hastaya gevşemesini söyleyerek, hastanın uzuvlarını eklem yerlerinden bir çok kez nazikçe gerer ve büker ve bu pasif harekete karşı eklem çevresinde direnç arar. Böyle pasif harekete karşı sürekli bir direnç bulunmasına “rijidite” denilir. Normalde kasların dinlenme halinde yumuşak ve gevşek olmaları gerekirken, rijidite varlığında dinlenme halinde bile sabit biçimde gergin ve elle hissedilebilen belli bir sertlikte oldukları görülür. Parkinson hastalığında rijidite en sık el, ayak bileği, dirsek veya diz gibi eklemlerde saptanır.

Bazen kas sertliği hekim tarafından eklemde sanki “dişli çark” takılması varmış gibi hissedilir. Hastalar kas sertliğini yorgunluk, batma hissi, ağrı veya kramp şeklinde hissedebilirler. Omurga çevresi kasların sertliği oldukça seyrek görülür, sırt ağrısı ya da bel ağrısı yaratabilir ve genellikle öne eğik durmakla şiddetlenir. Baldır ve ayak kasları sertliği ağrılı kramplar şeklinde ortaya çıkabilir.

Hareketlerde yavaşlama (Bradikinezi)

Parkinson hastalığının belki de özürlülük yaratan en temel belirtisi olan hareketlerdeki yavaşlama yani “bradikinezi”, erken veya geç olarak her hastada gelişir. Hareket yavaşlığı günlük yaşamdaki faaliyetlerin tümünün belli bir yavaşlıkta olmasına yol açar. Hareketlerin ardı sıra tekrarı ve eklemlerin hareket açıklığı azalmıştır. Hastaların basit günlük işlerini yapma sırasında, örneğin düğme ilikleme, kravat ve ayakkabı bağlama, yazı yazma ve çatal-bıçak kullanma gibi incelik isteyen işlerde başlangıçta hafif derecede hissettikleri güçlük giderek artar. Zamanla istemli hareketlerin çoğunun yapılmasında, örneğin yemek yerken ve çiğnerken, alçak bir koltuktan doğrulurken, otomobile binerken ve inerken, yatakta bir taraftan diğer tarafa dönerken zorlanmalar dikkati çeker. Yukarıda sözü edilen istemli hareketlerin yavaşlamasının yanı sıra, gözleri kırpmak ve yürürken kolları sallamak gibi farkında olmadan otomatik olarak yaptığımız hareketler de azalır ya da kaybolur.

Hareket yavaşlığı belirgin olsa da hastaların kas kuvveti normaldir. Hastanın bu yöndeki yakınması genel bir yorgunluk hali, örneğin yürürken ya da diş fırçalarken yapılması gereken ardı sıra hareketler sırasında uzuvlarda hissettiği tutukluktur. Hareketlerdeki bu tür yavaşlık zamanla hastaları başkalarına bağımlı hale getirebilir. Yavaşlığı ağır derecede olan bir hastada titreme ya da rijidite bulunmayabilir.

“Akinezi” ise hareketsizlik anlamı taşır ve genellikle hastalığın ilerlemiş olduğu dönemlerde ortaya çıkar. Bu durumdaki Parkinson hastaları uzun süre izlendiğinde, hareket yapma yeteneğini gözle görülür derecede yitirdikleri görülür; göz kırpma, doğal yüz ifadesini oluşturan hareketler (mimikler), oturuşu düzeltmek gibi yardımcı hareketler gözlenmez. Böyle hastalar kıpırdamadan oturur ve sadece sabit bir bakışla bakarlar.

PARKİNSON HASTALIĞININ TEDAVİSİ

Parkinson hastalığının uzun süreli, yavaş ilerleyici bir hastalık olması nedeniyle tedavisinde hastanın ve ailesinin hekimle uzun yıllar iş birliği yapması gereklidir. Beraberce gösterilecek çaba hem hastanın kendisini rahatsız eden belirtilerin tatminkar bir şekilde kontrolünü, hem de hastanın daha iyi bir yaşam düzeyine kavuşmasını sağlayacaktır. Aile bireylerinin, özellikle eşinin desteği ve sevgisinin bu konuda ayrıca büyük bir katkısı olacağı da açıktır. Böyle bir yaklaşım yalnızca fizik olarak değil, psikolojik ve sosyal bakımdan da hastalığın hastadan götürdüklerini telafi etmekte yardımcı olacaktır. Bir nörolog ve bazı hastalar için bir fizyoterapist tarafından sorumluluğun üstlenilerek düzenli kontrollerle tedavinin sürdürülmesi en iyi yoldur. Hastanın daha iyi tedavi arama amacıyla hekimden hekime gezmesi zaman kaybına yol açabilir. Çünkü hastanın başvurduğu her yeni hekimin, uzun hastalık öyküsünü ve ilaçların belirtiler üzerindeki etkilerini öğrenmek için yeterli zamanı olmayabilir. Zaman içinde tüm bilgilerin her hastaya özel olarak açılmış tek bir dosyada toplanmasında büyük yarar vardır. Parkinson tedavisinde kullanılabilen sınırlı sayıda ilaç çeşidi vardır ve önemli olan belli bir hastanın bünyesinde gelişebilecek yan etkileri önceden kestirmek ya da bu etkileri ortadan kaldıracak girişimlerde bulunmaktır. İlk yan etki görüldüğünde ilaç kesmek ve hekim değiştirmek yanlış bir tutumdur.
Günümüzde Parkinson hastalığındaki belirtilerden sorumlu olan dopamin hücrelerinin hasarını onaracak kesin bir tedavi henüz bulunamamış olmakla birlikte, mevcut ilaçlar beyinde eksilmiş olan dopamini ya yerine koyar, ya da onun etkisini taklit eder. Kimisi de dopaminin kimyasal yolla parçalanmasını engelleyerek etkisini arttırır. İlaçların ömür boyu, düzenli olarak alınması gerekmektedir. Eğer ilaçlar hekimin tavsiyesi dışında kesilecek olursa, hastalık belirtileri er geç tekrar başlayacağı gibi, ilaçların ani kesilmesi seyrek de olsa hayatı tehdit eden durumlara yol açabilir. İlaçlar kadar fizik tedavi veya egzersizler de sıklıkla yararlı olmaktadır. Parkinson hastalığında özel bir diyet veya vitamin tedavisi önerilmez. Bir Parkinson hastasında tedavinin hedefi, öncelikle hastalığın seyri boyunca hastanın günlük yaşamında aktif, üretken ve bağımsız olabilmesini sağlamaktır.

İleride değinileceği gibi hastalığın bazı özel belirtilerinin tedavisinde cerrahi yöntemlere de başvurulmaktadır.

Parkinson hastalığında tedavi seçiminde dikkat edilecek bazı noktalar vardır. Hastanın bulunduğu yaş, belirtilerin ağırlık derecesi, en fazla rahatsızlık yaratan belirtinin türü (titreme ya da hareket yavaşlığı gibi) veya hastanın günlük işlerini kısıtlama derecesi göz önüne alınarak uygulanacak tedaviler farklı olacaktır. Hastalık belirtileri aynı düzeyde olsa bile genç veya yaşlı hastalarda tedavi türü ve ilaç dozları farklıdır. Hastalıkta 55-60 yaş sınır olarak kabul edilir ve daha erken ya da ileri yaşlardaki hastalarda tedavi seçenekleri farklı olur. Bunların dışında mesleğini sürdüren bir hastayla emekli bir hastanın tedavileri de az çok farklı olabilir. Örneğin mesleği spikerlik olan bir hastada konuşma bozukluğu, ya da mesleği gereği yazı yazması zorunlu olan bir kişinin elindeki titreme günlük aktivitesini bozmasa da, mesleklerini sürdürmelerini engelleyebilir. Emekli bir hastada bu tür belirtilerin önemi biraz daha az olabilmektedir. Hastanın erken evredeyken tanı aldığında, belirtilerin çok hafif olduğu durumlarda sadece koruyucu olduğu varsayılan ilaçlar (Selegilin, E vitamini gibi) verilerek hasta izlenir.

Tedavi protokolü her hastada farklı olmakla birlikte, tedavi seçiminde dikkat edilecek özellikler şöyle sıralanabilir:

1. Hastanın bulunduğu yaş

2. Hastalık evresi

3. Önde gelen belirti (titreme, hareket yavaşlığı vb.)

4. Hastayı en fazla rahatsız eden belirti

5. Mesleğini sürdürme veya emekli olma durumu

6. Unutkanlığın varlığı

7. Hastanın maddi gücü / sosyal güvencesinin olma durumu

Parkinson hastalığının esas belirtilerinden olan titreme, hareket yavaşlığı veya kas sertliği özellikle hastalığın erken dönemlerinde Parkinson ilaçlarıyla tamamen düzelebilir, ya da büyük ölçüde azalır. Örneğin azalmış göz kırpma, yavaşlamış yutma, yürürken kolları sallamama ve yüzün azalmış mimik hareketleri gibi otomatik hareketler tedaviden genellikle yarar görür. Bazı hastalarda görülen alçak ses tonu ve konuşma bozukluğu, halsizlik, yürüme bozukluğu, el yazısı, ağızdan salya akması, yutma bozukluğu, aşırı terleme, ağrı ya da uyuşmalar da etkili tedaviler ile düzelebilir.

En iyi tedaviye karşın hastalık yavaş ta olsa sürekli olarak ilerlediği için, önceden tedaviyle düzelmiş olan bazı belirtiler zamanla tekrar ortaya çıkabilir veya zaman içinde yeni belirtiler eklenebilir. Örneğin bir vücut yarısında hafif titreme ve kas sertliği olan bir hastada, Parkinson hastalığı tanısı konularak tedavi başlandığı zaman bu belirtiler kaybolur, ancak yıllar sonra titreme aralıklı olarak tekrar ortaya çıkabilir ya da yürürken bir ayağını zaman zaman sürükleme eğilimi gibi yeni bir belirti eklenebilir. Bu durumda hasta sıklıkla aldığı ilacın etkisini kaybetmiş olabileceğini düşünür, veya ilaçlara karşı “alışkanlık kazandığını” zanneder. Oysa hastalık yavaş bir şekilde giderek ilerlemektedir ve ilaç dozunda hafif arttırma yapılırsa bu belirtiler tekrar kontrol edilebilecektir. Parkinson hastalığında uygulanan çeşitli tedaviler ile aynı hastada her belirti eşit olarak düzelmeyebilir, kimisinde bazı belirtiler tamamen düzelirken bazıları daha az yarar görür, kimisi ise hiç düzelmeyebilir.

İlaçların yan etkileri:
Bazı hastalar Parkinson hastalığında kullanılan ilaçlara karşı diğerlerinden daha duyarlıdır. İlaçların bazı yan etkileri, hastaların bir kısmını pek az rahatsız ederken diğerlerini daha fazla rahatsız eder. İlaçların yararları kadar istenmeyen yan etkileri özellikle ileri yaştaki hastalarda, çok sayıda ilaç kullananlarda ve yüksek dozlarda ortaya çıkar. Genellikle tek bir ilacın dozunu ayarlayarak yapılan tedavi çok sayıdaki ilaçtan daha kolaydır. Ayrıca ikiden fazla ilaç tedavilerinde istenmeyen yan etkiler oluşursa, hangi ilacın sorumlu olduğu bilinmediği için hangisinin kesileceğini ya da azaltılacağını belirlemek zor olur. Tedavinin amacı istenilen etki ile istenmeyen yan etki arasındaki en iyi dozu bulmaktır. Genellikle zararsız olan yan etkiler ilacın günlük miktarının azaltılmasıyla düzelir. Bununla birlikte çoğu kez tedavinin ilk günlerinde beliren bazı yan etkiler doz değişikliği yapılmamasına karşın bir-iki haftada kaybolur. Eğer yan etkiler sürüyorsa ve ilacın dozu azaltılmak istenmiyorsa o zaman yan etkinin türüne göre düzeltici başka bir ilaç eklenebilir.

Psikoloji hakkında detaylı bilgi

Psikoloji , insan davranışlarını ve zihinsel süreçleri inceleyen bilim dalıdır.

Bilim olarak psikoloji

İnsan bir canlı olarak çevresine uyum sağlamak ve kendi içinde de dengeli bir gelişme sağlamak ister. Psikoloji de elde ettiği yasaları yine insana uygulayarak onun davranışlarını açıklayabilir, önceden kestirebilir, kontrol edebilir. Böylece, insana bu gelişim ve uyum sürecinde yardımcı olabilir.

Günümüzde psikolojinin bulgularından, çok değişik alanlarda yararlanılır. Eğitim, tıp, endüstri, ekonomi alanlarında psikolojik bilgilerin kullanımı, insanların daha başarılı olmasını sağlamaktadır. Büyüme, gelişme, yetenekler, ilgi, zekâ, heyacan, bellek, düşünme, öğrenme konularında elde edilen psikolojik bilgilerin eğitim alanında kullanılmasıyla bu alanda başarı yükselmiş, daha sağlıklı, daha modern bir eğitim anlayışı gelişmiştir.

Ekoller ve yaklaşımlar

1879’da Alman psikolog Wilhelm Wundt tarafından Leipzig’de kurulan psikoloji laboratuvarı ile psikoloji, deneysel bilim dalı unvanını kazanmıştır. İlk psikoloji deneyleri burada yapılmıştır. Psişik olaylar fizik olayları gibi incelenmeye çalışılmıştır. Daha sonra Avrupa`nın değişik yerlerinde ve Amerika`da birçok psikoloji laboratuvarı açılmıştır.

Psikoloji felsefeden ayrılıp bağımsız bir bilim haline geldikten sonra -kısmen de olsa- bazı filozofların düşünce biçimlerinin etkisinde kalmıştır. Sistem ve ekol olarak gelişen psikoloji akımları ortaya çıkmıştır. Ekoller genellikle tek yanlı görüşlerdir. İncelemek istedikleri konuyu temel ögeler açısından ele alırlar. Determinist anlayıştadırlar. Psikolojinin belli başlı ekolleri Yapısalcılık (zihin yapısı ile ilgili), İşlevselcilik (zihin göreviyle ilgili), Davranışçılık, psikanaliz ve Gestalt psikolojisidir.

20. yy. psikolojisi zihinsel süreçleri açıklamak için iç gözlem yöntemini kullanan yapısalcılıkla başladı, daha sonra psikanalitik psikoloji gelişti. Yapısalcılığa karşı olan davranışçılık ve Gestalt psikolojisi gibi akımlar ortaya çıktı. Daha önceki okulların tek yanlı determinist (belirleyici) görüşlerine tepki olarak da hümanistik (insancıl) psikoloji doğdu. 2. Dünya Savaşı sırasında ise ekoller önemini kaybederek, görüşler yavaş yavaş birbirine yaklaştı. Teorisyenler ve araştırmacıların aynı miktarda katkıda bulunduğu çoğulcu anlayış, ekollerin tek yanlı anlayışının yerine geçti. Psikolojinin günümüzdeki durumunu daha iyi anlamak için ekol ve yaklaşımları gözden geçirelim. Bu yaklaşımlar kolektif bilimsel bakış açısını da yansıtır.

Çağdaş psikolojide uzmanlık alanları


1. Amaçlılık ruhbilimi (İng. Purposive psychology) 2. Askerlik ruhbilimi (İng. Military psychology) 3. Uygulamalı ruhbilim (İng. Applied psychology) 4. Atomculuk (İng. Atomism) 5. Bilimsel ruhbilim (İng. Scientific psychology) 6. Biçim ruhbilimi (İng. Gestalt psychology) 7. Bireysel ruhbilim (İng. Individual psychology) 8. Budunsal ruhbilim (İng. Ethnopsychology) 9. Çevre ruhbilimi (İng. Ecological psychology) 10. Çözümsel ruhbilim (İng. Analytical psychology) 11. Davranışçılık (İng. Behaviorism) 12. Davranışlararası ruhbilimi (İng. Interbehavioral psychology) 13. Deneysel ruhbilim (İng. Experimental psychology) 14. Derinlik ruhbilimi (İng. Depth psychology) 15. Endüstri ruhbilimi (İng. Industrial psychology) 16. Ergenlik ruhbilimi (İng. Adolescent psychology) 17. Fizyolojik ruhbilim (İng. Physiological psychology) 18. Yapısal ruhbilim (İng. Structural psychology) 19. Genel ruhbilim (İng. General psychology) 20. Gensel ruhbilim (İng. Genetic psychology) 21. Görgül ruhbilim (İng. Empirical psychology) 22. Hayvan ruhbilimi (İng. Animal psychology) 23. Herbartçılık (İng. Herbartianism) 24. İşlem ruhbilimi (İng. Act psychology) 25. İşlevsel ruhbilim (İng. Functional psychology) 26. Kişiliksel ruhbilim (İng. Personalistic psychology) 27. Kültür ruhbilimi (İng. Cultural science psychology) 28. Matematiksel örnek ruhbilim (İng. Mathematical model psychology) 29. Nesnel ruhbilim (İng. Object psychology) 30. Örgensel ruhbilim (İng. Organismic psychology) 31. Öz ruhbilimi (İng. Self psychology) 32. Sayılama ruhbilimi (İng. Statistical psychology) 33. Toplumsal ruhbilim (İng. Social psychology) 34. Topoloji ruhbilimi (İng. Topological psychology) 35. Ussal ruhbilim (İng. Rational psychology) 36. Uyaran - karşılık ruhbilimi (İng. Stimulus - response psychology) 37. Varoluşçu ruhbilim (İng. Existential psychology) 38. Vektör ruhbilimi (İng. Vector psychology) 39. Yığın ruhbilimi (İng. Mass psychology)

Normaldışı ruhbilim (İng. Abnormal psychology), Biyolojik ruhbilim (İng. Biological psychology), Bilişsel ruhbilim (İng. Cognitive psychology), Karşılaştırmalı ruhbilim (İng. Comparative psychology), Gelişimsel ruhbilim (İng. Developmental psychology), Psikometrik ruhbilim (İng. Psychometric psychology), Danışmanlık ruhbilimi (İng. Counselling psychology), Eğitim ruhbilimi (İng. Educational psychology), Adlî tıp ruhbilimi (İng. Forensic psychology), Sağlık ruhbilimi (İng. Health psychology), Nöropsikoloji (İng. Neuropsychology), Psikodrama (İng. Psychodrama), Klinik psikoloji (İng. Clinical psychology), Sağlıkbilimsel psikoloji (İng. Psychological medicine), Psikanaliz (İng. Psychoanalysis), Psikopatoloji (ing. Psychopathology), Grup psikolojisi (İng. Group psychology), vb. alanlar da mevcuttur.

Araştırma yöntemleri

Bilimlerin amacı, olaylar hakkında kanıtlanabilir bilgiler elde etmektir. Bu amaca erişmek için izledikleri sistemli yola, her türlü araştırma tekniğine yöntem denir. Değişik bilim dallarında birçok yöntem kullanılır. Psikoloji de diğer bilimlerin kullandığı yöntemlerin çoğunu kendi konusuna göre kullanır. Bunların başlıcaları betimleyici ve tanımlayıcı yöntemler, korelasyonel yöntemler, deneysel yöntemlerdir.

1. Betimleyici ve tanımlayıcı yöntemler: Betimleme ve tanımlama amacıyla tarama yöntemi, doğal gözlem, görüşme ve vaka incelemesi yöntemlerinden yararlanılır.
1. Tarama yöntemi: Belirli sorunlarla ilgili olarak geniş kitlelerin görüşlerinin alınmasıdır.
1. Test: İnsanların zekâlarını, ilgilerini, yeteneklerini, tutumlarını, kişiliklerini vb. ölçmek amacıyla kullanılır.
2. Anket: Bilgi verecek kişinin doğrudan kendisinin okuyarak cevaplandıracağı sorulardan oluşmuş soru kayıtları kullanılarak yazılı cevaplar aracılığıyla gözlemde bulunma işidir.
2. Doğal gözlem: Olayların doğal durumda izlenmesidir.
3. Görüşme: Görüşme, karşılıklı konuşmadır. Bu konuşma bir kişiyle olabileceği gibi bir grup insanla da olabilir.
4. Vaka: Bazı durumlarda insan davranışını tanımlamak pek kolay olmaz. Olayın derinliğine inmek gerekir. İnsanın geçmiş yaşantıları ve çevresi davranışlarına önemli etkiler yapar. İnsan davranışını tanımak için bu geçmiş yaşantıların, önemli olayların ve ilişki kurduğu insanların nasıl bir etkide bulunduğunu öğrenmek gerekir. Bunun için incelenen kimsenin ailesi, arkadaşları ve diğer ilgililerle konuşulur. Elde edilen bilgiler nesnel olarak kaydedilir. Davranışların nedenleri ortaya çıkarılırken bu bilgilerden yararlanılır.
2. Korelasyonel yöntemler:
1. Korelasyon: iki değişken arasındaki karşılıklı ilişki miktarını gösterir. Örneğin tekrar yapmakla öğrenme arasında pozitif korelasyon vardır. Korelasyon değeri 0 ile +1 arasında olur. Sigara içmek ile ile sağlıklı olmak arasında ise negatif korelasyon vardır. Korelasyon değeri ise 0 ile -1 arasında olur. .
3. Deneysel yöntemler: Doğal gözlem, varsayım (Hipotez) ve deneyleme aşamasından geçer.
1. Doğal gözlem: Olayların akışına gözlemcinin karışmadığı gözlem biçimi.
2. Varsayım: Olaylar ve olgular arasında neden-sonuç ilişkisi kuran ve gözlem yolu ile test edilecek olan öngörü.
3. Gözlem: Olayın başından sonuna kadar izlenerek görülenlerin kaydedilmesi. Deneysel yöntemde, bu aşamada kastedilen, doğal olmayan gözlemdir.
1. Güdümlü gözlem: Olayların yeri, zamanı ve koşullarının gözlemci tarafından hazırlandığı gözlem biçimi. Nelerin, nasıl gözlenebileceği, nasıl kaydedileceği önceden kararlaştırılır. Aktif gözlem ya da deneyleme de denilebilir.
2. Deney: Bir değişkenin etkilerini gözlemek üzere koşulları hazırlanmış gözlem ya da deneyleme sürecinin ürünüdür. Deney yöntemi, diğer bilimlerde olduğu gibi psikolojide de araştırmaların temelidir.

25 Temmuz 2007 Çarşamba

Migreni neler tetikliyor ?

Kontrolsüz alkol tüketiminin migreni tetikleyebileceğini söyleyen Diyetisyen Oya Yüksek, katkı maddelerinin neden olduğu ağrıları hafifletmek için satın alınan ürünlerin etiketlerinden içerik hakkında bilgi edinilmesi gerektiğini belirtti.

Migrenli 429 hasta üstünde yapılan bilimsel bir çalışmaya göre, hastaların yüzde 28.4'ünü alkollü içeçeklerin, yüzde 16.5'ini peynir ve çikolatanın, yüzde 11.8'ini kırmızı şarabın ve yüzde 28'ini ise biranın etkilediği rapor edilirken; bir başka araştırmada ise (Journal Cephalgia) migrenli 490 kişiden yüzde 18'ini çikolata ve peynirin, yüzde 11'ini turunçgillerin, yüzde 29'unu ise alkolün etkilediği belirtiliyor. Bu tetikleyici besinlerin bazılarını az yemek ya da hiç yememek, şiddetli baş ağrılarını
önlemenin etkili bir yolu olarak gösteriliyor.

Suadiye Memorial Tıp Merkezi Beslenme ve Diyet Bölümü'nden Diyetisyen Oya Yüksek, "Migrenli hastalarda beslenme" konusunda bilgi verdi. Yüksek, migrenin birçok nedeni olmakla birlikte hayat şartları veya çevresel tetikleyici denilen hormonal denge değişimleri, belirli besinler ya da kimyasalların migreni etkileyebildiğini ifade etti.
Migrenin beyinde kan damarlarının gevşemesi ve daralmasıyla meydana gelen bir rahatsızlık olduğunu dile getiren Yüksek, birçok bilim adamının migrenin genetik faktörlere dayandığını savunduğunu belirtti. Oya Yüksek, migrenin genel nedenlerini ise şöyle sıraladı:

"Hormonal değişiklikler (regl, menopoz, hamilelik, doğum kontrol hapları, hormon tedavileri, doğum), çevresel faktörler (iklim değişiklikleri, hava kirliliği gibi), uyku düzeni (fazla veya az uyumak), düşük serotonin düzeyleri, beslenme alışkanlıkları, ilaç tedavisi (Kan damarlarında gevşeme yaratan ilaçlar, hipertansiyon için alınan ilaçlar, diüretikler, astım ilaçları, çok sık kullanılan ağrı kesiciler)."

MİGREN VE BESLENME ARASINDAKİ İLİŞKİ NEDİR?
Diyetisyen Oya Yüksek, diyetsel tetikleyici denilen ve beyindeki kan damarlarının daralmasına ve gevşemesine neden olan amin gruplarının (tiramin, histamin, fenietilamin) olduğunu ifade ederek, "Bunlar bazı besin öğelerinin içeriğinde bulunmaktadır ve tüketildiklerinde bazı kişilerde baş ağrısını artırabilmektedir. Bu besinler belirlenip diyette sınırlandırıldığında tamamen migreni tedavi etmeseler bile ağrı ataklarını en aza indirgemeye yardımcı olur" dedi.

MİGRENİ TETİKLEYEBİLECEK BESİNLER NELERDİR?
Diyetisyen Oya Yüksek, migreni tetikleyebilecek besinleri ise şöyle sıraladı:

"Tiramin (özellikle fermente ürünlerde bulunur); süt ürünleri, salamura ürünler, kırmızı şarap veya bira, soya sosu. Feniletilamin içeren besin grupları; çikolata, turunçgiller, kakao, kırmızı şarap. Histamin içeren besin grupları; muz, kırmızı et, bira, eski peynir, balık ve kabuklu deniz ürünleri, nitrit ve nitrat içeren işlenmiş et ürünleri (salam, sucuk, sosis gibi), domates, ıspanak, çilek, ananas, çikolata."

KATKI MADDELERİNE DİKKAT!
Diyetisyen Yüksek, ağrının ikinci bir diyetsel nedenini ise oluşabilecek besin alerjileri veya besin intoleransı olduğunu ifade etti. Katkı maddelerinin neden olduğu bu ağrıları hafifletmek adına satın alınan ürünlerin etiketlerini okuyarak ürün içeriği hakkında bilgi edinmek konusunda uyarlarda bulunan Oya Yüksek, bu maddeleri şöyle açıkladı:

"Monosodyum glutamat (MSG); özellikle hazır gıdaların üretimi sırasında eklenmektedir. Kısa süreli de olsa MSG ağrısı diye bilinen ağrılara neden olabilmektedir. Besin etiketlerinde ayrıca; sodyum kazeinat, hidrolize protein veya bira mayası isimleriyle de bulunabilmektedirler. (Örneğin; hazır çorbalar, et suyu tabletleri, dondurulmuş gıdalar, soya sosu gibi). Aspartam; aspartam içeren tatlandırıcı ve aspartam içeren light ürünler. Nitrit ve nitrat içeren işlenmiş et ürünleri; salam, sucuk, sosis gibi.
Sülfitler; koruyucu (turşu, patates cipsi, şarap, bira gibi). Parabenler; koruyucu. BHA, BHT; antioksidan. Tartrazin; renklendirici."

Çocuklarınızı 2-6 yaş arası sünnet ettirmeyin

Psikiyatrist Arif Verimli, çocukların 2-6 yaş arasında sünnet ettirilmemesi gerektiğini söyledi.

Arif Verimli ANKA'ya yaptığı açıklamada, Türkiye'de, özellikle okulların tatile girmesiyle birlikte her yıl olduğu gibi bu yıl da sünnet sezonunun başladığını belirtti. Sünnetin ciddi törensel geleneklerle süren dinsel bir tören olmasının yanında psikoseksüel bir olay da olduğuna işaret eden Verimli, “İnsanın psikolojik ve cinsel gelişim evrelerinde 0-1 yaş arası ağızcıl dönem, 1-3 yaş arası anal dönem ve 3-6 yaş arasında da ödipal dönemdir" dedi.

Bu dönemleri herkesin 0-6 yaş arası mutlaka geçirdiğini ve bu dönemde kişilik ve cinsel yapılanmanın çok büyük bir oranda oluştuğunu dile getiren Verimli, ödipal dönemde çocukların somut olarak cinselliklerinin farkına vardıklarını da söyledi. Verimli, erkek çocukların cinsel organını tanırken, kızların kendisinde neden bir erkeklik organı olmadığını sorguladıklarını ifade ederek, bu dönemde ortaya çıkan kompleksin mutlaka çözümlenmesi gerektiğini belirtti. Verimli, bu dönemde yapılacak olan sünnetin çocukta travma etkisi yaratabileceğini bildirdi.Verimli şunları söyledi:

“Gerçek ile düşü ayıramayan, somut düşünce özelliklerine sahip çocuğun bilinçaltında mantık dışı ve ileride yaşamını etkileyebilecek komplekslerin gelişmesine yol açabileceğinden 2-6 yaş arasını, sünnet için doğru bulmuyorum. Sünnet için en doğru yaş 0-1 yaş arası ve 7-9 yaş arasıdır.

“ÇOCUĞUNUZA SÜNNET KIYAFETİ YERİNE TAKIM ELBİSE GİYDİRİN”

Bir diğer uyarım ise, sünnet kıyafetlerinin abartıdan, fantazyadan (kral, prens, padişah kostümleri) seçilmemesidir. Daha şık ve erkeksi bir takım elbise erkek çocuk için daha yapıcı bir ödüldür. Sünnet süresince yapılacak geziler, eğlenceler de motive edicidir ancak sünnetin bir sağlık durumu gibi ele alınması ve çocukla bir yetişkin gibi konuşulması travma etkisi yaratmasını daha kolay engelleyebilir. Toplu sünnet şölenlerini çocuğa daha küçücük yaşında bir ayrımcılık yarattığı ve herkesin gözü önünde stadyum gibi alanlarda –ki bu çocuğa kurban bayramını çağrıştırır- yapıldığı için doğru bulmuyorum. Oysaki daha sağlıklı olan bir belediyenin ve ya bir kurumun bir doktorla sezonluk anlaşıp, randevu alarak bir klinikte, muayenehanede veya hastanede sünnetlerin gerçekleştirilmesidir. Sünnet bir sağlık olayıdır, bir psikoseksüel süreçtir. Ailelerin çocuklarının gelecekteki kişilik ve cinsel gelişimleri için sünneti çok dikkate almaları gerekir."

Prostat Kanseri Nasıl Belirlenir?

Günümüzde doktorlar prostat kanserinin varlığını belirlemek üzere pek çok çeşit yöntem kullanmaktadır:

Prostat kanserin belirlemede en sık kullanılan yöntem rektum incelemesi yoludur. Prostatı inceleme için hekim rektal tuşe ile normal büyümesi ile kanseri kolayca ayırdedebilir.

Dijital rektal muayene ile birlikte sıklıkla kullanılan başka bir işlem bir PSA testidir. (prostata özgü antijen PSA testi). Bu test vücutta prostat özgü antijen düzeylerini ölçer. Prostat hastalığının en erken evrelerinde bile, hastanın PSA düzeyi artmaya başlar ve bu test ile belirlenebilir. Bu da hekimin, hastada fizik muayene ile belirlenemeyecek değişiklikleri ortaya çıkarmasını sağlamaktadır. Ancak PSA düzeyinin yüksekliği , hastanın muhakkak kanser olduğu anlamına gelmez. Bazı kanser dışındaki durumlar da PSA miktarını arttırabilir: Örneğin BPH (prostatın kanser olamyan büyümesi) yüksek PSA düzeyine neden olabilen en sık görülen durumdur. Prostat dokusu büyüdükçe , bu dokudaki hücreler normalden daha fazla PSA üretir. Diğer bir sebep Prostatit olabilir. Prostatın iltihap veya enfeksiyonuna bağlı irritasyonu bezdeki hücrelerin artmış miktarda PSA salgılamasına neden olabilir. Yine prostat bezindeki enfeksiyon gibi üriner sistem enfeksiyonu da PSA düzeyini arttırabilir.

Kanser olmayan durumlarda da PSA seviyeleri yükselebildiği için genellikle transrektal ultrasonografi (TRUS ) yapılması gerekmektedir. Bu işlem sırasında hekim, prostat görüntüsünü yansıtan acısız ses dalgaları üreten bir aleti rektuma yerleştirmektedir. Yansıyan ses dalgaları, daha sonra hekimin görebileceği bir televizyon ekranında bir görüntü haline dönüştürülür. Bu işlem lokal anestezi altında yapılabileceği gibi, hastanın daha stresli olduğu durumlarda genel anestezi ve 3 boyutlu Sonografi ile de gerçekleştirilebilir. Prostat kanserinden şüpheleniyorsa hekim, iğne biyopsisi yoluyla ufak bir prostat dokusu örneği alabilir. Daha sonra doku örneği, kanser hücresi içerip içermediği belirlenmek üzere mikroskop altında incelenir. Bu, prostat kanserini kesin olarak teşhis etmenin tek yoludur.

Kanser varlığı biyopsi ile doğrulandıktan sonra yapılması gereken ilk şey kanser evrelemesi olarak ta adlandırılan, kanserin hızlı ya da yavaş gelişen bir kanser olarak nitelendirilmesi olmalıdır. Doktorunuz kanser evresini tespit ettikten sonra en uygun tedaviyi önerecektir.

Prostat kanseri özellikle erken dönemlerinde çok sinsi bir hastalıktır, kişide kanserle birlikte prostat büyümesi ve buna bağlı şikayetler mevcut değilse kanserin kendisine özgü hiç bir belirtisi bulunmayabilir. Ancak erkeklerde en çok görülen kanser olan prostat kanserinde erken teşhis hayat kurtarır. Gelişmekte olan teknoloji küçük müdahaleler ve minimum yan etkilerle iyileşme sağlayabilmektedir.

Prostat kanseri de diğer kanser türleri gibi vücuttaki normal hücre büyümesinin bozularak sonuç olarak tümör adı verilen bir doku kitlesi oluşturması durumudur. Tam olarak sebebi bilinmese de, yaş, ırk ve genetik faktörlerin büyük rol oynadığı tespit edilmiştir. Prostat kanseri erken safhasında teşhis edilirse, doğru ve yerinde bir tedavi ile iyileşme şansı yüksek bir hastalıktır. Henüz kapsül dışına yayılmamış ise kanserin yok edilmesi mümkündür. Bu nedenle, 45 yaşını aşan erkeklerin yılda bir kez prostat kontrolünden geçmesi çok büyük önem taşır.

Prof. Dr. Halim Hattat
Hattat Hastanesi Üroloji Bölüm Başkanı
Cerrahpaşa Tıp Fak. Androloji Bilim Dalı Başkanı

 
eXTReMe Tracker